ah sur ahh!..
Prof. Dr. Erol KÖKTÜRK
(Harita Y. Mühendisi)
İçim yanıyor. Senin demirci atölyelerindeki ateş ne ola ki? Dalıp yarısına kadar bile gidemediğim sokaklar, çıkmaz sokaklara dönüşmüş. Beton kütlelerle kapatılmış sana giden her yol. Ev boyundalar neredeyse. Özel yapılmışlar, özel kalıplanmışlar. Sana erişmek için nereye dalsam, betonların soğuk yüzü dikiliyor karşıma. Aşılması olanaksız, giriş-çıkışlar yasak, engellenmiş. Ön yüzüne takılıp kalıyoruz. Ya öbür yüzünde ne var? Gerçek yüzünde neler oluyor? Ne gizleniyor, kalbine dokunmak isteyenlerden?
Ah Sur ahh!
“Kentsel Dönüşüm ve Arsa Düzenlemeleri” konusunda iki konferans için geldim Diyarbakır’a. Bir gün önceden geldim özellikle, Sur’u görmek için. Seni görmek için. Ne oldu, nereye geldi, ne oluyor? Merak ediyordum. Yakın çevremden çok uyarı almıştım. Otelden çıkmamalıydım. Sokaklarda dolaşmamalıydım. Konferansımı verip dönmeliydim. Bu güzelim kent böyle algılanıyordu. Otele gelir gelmez çantamı odaya attım, sokağa çıktım. Diyarbakır gergin bir kent. Normal bir oksijen çekmiyor insan ciğerlerine, gerginleştirilmiş oksijen çekiyor. Diyarbakır’ı ikinci görüşüm. Yedi buçuk yıl önce de başka bir konferans için gelmiştik bir grupla. Şimdi yarısından döndüğüm, bazılarına artık hiç giremediğim tüm sokaklarda yürümüştük. Ne karışan vardı ne de geri çeviren. “Sürekli giden” surlar sıralamasında, “uzunluk” bakımından Çin Seddi’nden sonra dünyanın ikincisi olan surların üzerinde dilediğimiz gibi yürümüştük. Bu tarihi surların kuş bakışı kalkan balığına benzemesinin sırrı çok ilgimizi çekmişti. Çıkılabilen tüm burçlarına çıkmış, Hevsel Bahçeleri’ni, kenti değişik açılardan gözlemlemiştik. Fotoğraflar çekmiştik. Pozlar vermiştik.
Ya şimdi? Ne oldu Sur’da ve ne oldu Sur’a?
İlk olarak, Tahir ELÇİ’yi de anmak için Yenikapı Sokak’a gitmek istiyorum. Bu gönül borcumu yerine getirmeliyim. Bu mücadele ve akıl insanının, bu barış güvercininin anısı önünde saygıyla eğilmeliyim.
Sokağa girdiğimde o heybetli Dört Ayaklı Minare’yi yine bütün heybetiyle bulmayı hayal ediyorum. Ama daha ilk girişimimde yıkım başlıyor. Çünkü yarım bir heybetle karşılaşıyorum. Dört Ayaklı Minare’nin önüne hem geçişi yasaklayan hem de minareyi kapatan branda gibi bir bez çekilmiş. Neyi örtüyorsa? Bizlerin yüzlerini örtmesi gerekiyor oysa. Utancımızı, vurdumduymazlığımızı… Örtse neyi çözecek? Tahir ELÇİ, bu değerli kültür varlığının korunması gerektiğini belirtmek için ordaydı. Hepimiz kerelerce izledik… Bir grup hukukçuyla birlikte Baro adına açıklama… Sokak başında hareket… Kaçan birileri… İki metre öteden ateş… İsabetsizlik ve bir anda Baro Başkanı yerde… O gündür bu gündür yerde. Ve tetiği düşüren o el kimin eliyse, bugün de aramızda. Yeni bir Tahir ELÇİ’yi daha ortadan kaldırmak için. Yine hüzünlüyüm bu sokakta. İçin için saygımı dillendiriyorum değerli Baro Başkanına. Utancımı da. Çaresizliğimi de… Dört Ayaklı Minare’ye bakıyorum. O da matem tutuyor belli ki. O günden beri karalar giymiş, yüzü gülmüyor. Biliyor katili, her şeyi gördü. Ama dilsiz tanıklık onunki. O nedenle içine gömüyor acısını, sonsuza kadar.
Oradan ayrıldıktan sonra ne kadar çabalasak da artık yirmi-otuz metre yaklaşabiliyorum Sur’a. Daha fazlası yok. Eski kent resmen abluka altına alınmış durumda. İstanbul’dan gelmeden önce, tüm gelişmeleri izlemiştim. Sur’da yaşananlar, sokak savaşları mıydı? Çatışma mıydı? Teröristlerin kalkışması mıydı? Adı ne olursa olsun, olan burada yaşayanlara olmuştu. Evlerinden ne kurtarabildilerse, koşar adımlarla, arkalarına bakmadan göçmeleri, bana yanlış gelen kaçmaları içime dokunmuştu. İnsanlığımdan utanmıştım. Yaşlı bir kadının sırtındaki yatağıyla, korku yüklü bacakları geliyor aklıma… Ya da birkaç kap kacak alıp dar sokaklardan kendini dışarı atmaya çalışan kadınlar. Yani bu iki üç parça eşyayla yaşamı yeniden kurma umutları, evimde oturmuş izlerken anlaşılabilir değildi. Şimdi o yatağını, kabını kacağını alıp geri dönmek istese, koyacağı odası kaldı mı acaba? Bırak koyacağı mutfağa, yatak odasına ulaşmayı, evine ulaşabilecek mi? Kapatılmış yollar… Yüzlerce, binlerce kere geçtikleri yollar Surluların, yüzlerine kapatılmış… “Benim anılarım kaldı evimde, eski fotoğraflarım kaldı, geçmişim kaldı!” deseler boşuna.
Yasak artık!
Sırtlarına yükledikleri yatakları, bir el arabasına attıkları birkaç parça eşyaları birer görüntüydü benim için. Etkiliydi. İç burkucuydu. Ama görüntülerdi sonuçta. Şimdi sahicisinin içindeyim. Yollarına basıyorum. Ama yarısına. Gidip gelemiyorum yollar boyunca. İstanbul’da görmediğim polis donatıları var burada. Kontrol noktaları bildiklerimden, gördüklerimden çok başka. Sokakların köşe başlarında istasyon noktaları. Hava gergin, nereye gitsen. Bir banka oturup, kafasını güneşe çevirip gevşeyeceğin bir atmosfer değil bu. Nereye gitsen tedirginsin aslında. Ama benim derdim Sur… Sur için bir gün önceden geldim.
Diyarbakır’a gelip, Keçi Burcu’na çıkmadan olmaz. Söylüyorum bu isteğimi. Üstelik oradan Sur’u görebilirim belki. Yukarıdan. Yolları olmasa da çatıları… “Bir bakalım, belki çıkabiliriz,” diyor rehberim. Mardin Kapı’da bir polis noktası. “Yasak!” diyor. Sorgulama hakkınız yok. “Affedersiniz, neden yasak?” diyemiyorsunuz. Sorgula istersen… Yani ne olur ben Keçi Burcu’na çıksam? Ne yaparım? Üstümü ara, çantamı ara, hatta alıkoy… Kalıyorum, bakıyorum, anlıyorum da, bir yere koyamıyorum… Ben Diyarbakır’da Keçi Burcu’na çıkmak istiyorum da, çıkamıyorum. Kendimi ikna edemiyorum. Rehberim, “Burası Diyarbakır!” diyor, “Burada yaşam böyle! Kabullenemiyorsan, gideceksin!..” Oysa ne güzel görünür Keçi Burcu’ndan Hevsel Bahçeleri… Dicle akar, sesini duyar gibi olursun. Şimdi kış sayılır. O yeşilleri yaşayamasan da bitkilerini yeşillendirirsin kafanda. Suyuna girersin Dicle’nin, en azından içersin. Bahçelerdeki sebzelere uzanırsın, meyvelere. Kokuları çoktan ulaşmıştır burnuna. Burun direğini zorlamaktadırlar. Burcun binlerce yılın serinliğini tutan taşlarına oturursun. Hezârfen Ahmet Çelebi’yi kıskanırsın.
Gözüm burca dalmış, aklım başka yerlere gitmişken, uyarıyor rehberim. “Gidelim,” diyor, “Bari aşağıya inelim.”
“Ama Sur?!” diyorum.
Yüzüme bakıyor. Umutsuz. Kırılmış bir yüreğin bakışları bunlar. Yara almış bir belleğin. Amaç da o değil mi zaten. Bellekleri boşaltmak. İnsanları geçmişsiz bırakmak. Yalnızca bugüne tıkıştırmaya çalışmak. Kendisine benzetmek. Evler yıkılmaya başlandığında, kurtarabildiğin şeyler, biraz sonra, hemen biraz sonra sana gerekli olacak olan şeyler. Fotoğraflar öyle değil ki. Hemen gerekli değil insana. Karnını doyurmaz, başını koyup yastık yapamazsın. O nedenle arkanda bırakırsın masa üstündeki çerçeveleri. Albümler aklına bile gelmez kaçarken. Arkandan bağırsalar da fotoğraftaki insanlar, duymazsın sesleri. Onlar çaresizliklerine yenik düşerler. Mezarları, hafriyat taşları, tozları olacaktır. Kaçınılmaz sonlarını bekleyeceklerdir, seslerini keserek. Göz kapaklarını düşürerek. Oysa binalar, sokaklar nasıl kentin belleğiyse; fotoğraflar da insanın… Şimdi odaların en güzel yerlerine asılmış o fotoğraflar, iş makinelerinin darbeyi vurmalarını bekliyor. Kentin belleği boşaltılırken, insanların geçmişle bağları koparılıyor, bilerek, bilmeyerek. Kalmayacak artık birilerine göstereceğin albüm. Fotoğraflar kalmayacak. Anılar yaşlıların anlattıklarıyla, anlayabildiklerinle, depolayabildiklerinle sınırlı kalacak. Sonra tek bir anı kalacak belki, “Bizim atalarımız buralarda yaşamışlar,” denilen. Senin artık yaşayamadığın yerlerde.
“Ah Sur Ahh!”
“Ne oldu?” diyor rehberim, güzel insan Delal…
Başımı sallıyorum, kaşlarımı kaldırarak. Dişlerimi kaynak yapmışım zaten. Farkında değilim. Olsam da açmak istemiyorum ağzımı. Açsam ne olacak ki? Sesin çıkacağı kuşkulu. Ayrıca ne diyeceğimi bilemiyorum. İçimdeki tomarı nasıl açıp da açıklayabileceğimin yanıtı yok. O nedenle en kolayı başımı sallamak. Ben de onu yapıyorum.
Arabaya biniyoruz. Aklıma nerden geldi bilmem, “Mardin Kapı şen olur,” türküsü dudaklarıma yerleşiyor. Geri dönüp bakıyorum Mardin Kapı’ya, “Şen mi?” diye… Eskidenmiş o… Türkünün dönemlerindeymiş. Mardin Kapı da kaygılı. Mardin Kapı’nın bakışları da boşalmış. Bakmıyor bile. Sonsuz bir uykudaymışçasına, kapatmış göz kapaklarını. Başımı çevirip “Gazi Köşkü’ne gitmek yasak değildir herhalde?” diye soruyorum. Tebessümlü bir yanıt geliyor. Rehberimin ağır ağır inen göz kapakları “Olabileceğini” söylüyor. Hiç olmazsa… Daha önce geldiğimde gezdim bu köşkü. “Seman Köşkü” de denilen ve on beşinci yüzyılda inşa ettirilmiş olan ve Akkoyunlu mimarisinin özgün özelliklerini taşıyan bir yapı. Atatürk, Çanakkale Savaşı’ndan sonra 16. Kolordu Komutanı olarak Doğu Cephesinde görevlendirilmiş. 14 Mart 1916 günü Kolordu Karargâhı olan Diyarbakır'a gelmiş. Diyarbakır surlarının dışında olan bu köşk kendisine konut olarak tahsis edilmiş. O zamanlar “Semanoğlu Köşkü” olarak bilinirmiş. Atatürk 27 Mart 1917 tarihine kadar bu köşkte kalmış. Paşamın bu terasın hakkını vermiş olduğunu düşlüyorum. Tadını çıkardığını. Onun terasta oturduğu dönemde gördüğü manzaradan kesinlikle çok farklı şimdiki. En berbatı da gelişigüzel yerlere yerleştirilen betonlar. İnsanoğlunun son elli yıldaki en iflah olmaz hastalığı… Kale, taş; On Gözlü, taş; Yapılar, taş… Ama yeni yetme yapılar hep beton…
Gazi Köşkü’nün terasından bakıldığında, Dicle'nin hemen üstünde bir tepsi gibi duran "Kırklar Dağı" dikkat çeker. Şimdi daha da dikkat çekiyor. Üzerine yapılan çirkin beton kütlelerle. İnanamıyorum, nasıl izin verildiğine? Hangi yetkili, hangi vicdan bu noktaya ruhsat vermiş acaba? Olacak şey değil. On Gözlü’nün üzerine düşecekmiş gibi iğrenç bloklar. Buradan bakınca Dicle Üniversitesi’ne kadar bomboş olan arazide bir yere neden yapılmamış da, özellikle Kırklar Dağına yapılmış? Kalp atışlarım hızlanıyor, öfkeden… Bu hoyratlığı, bu keyfiliği lanetliyorum. Bu saygısızlığı lanetliyorum. O yetkiliye, o makama bağırmak istiyorum, “İmza atan elin kırılaydı,” diye. On Gözlü’ye bakmak için geldiğim bu noktadan uzaklaşıyorum hemen. Açımı değiştiriyorum. Arkama alıyorum tüm silueti kaplamış yarasaları.
Ayrıca aklım fikrim Sur’da… On Gözlü’ye ineceğim biraz sonra nasıl olsa. Ben kaleye, Sur yönüne döndürüyorum bakışlarımı. Bakıyorum, o da ne? Kalenin içinden yükselen bir bulut dikkatimi çekiyor. Hevsel Bahçeleri’nin fotoğrafını çekmekte olan Delal’e koşuyorum.
“Yükselen dumanlar neyin nesi?”
“Hangi dumanlar?”
“Kale içinden yükselen…”
“Duman değil onlar, toz,” diyebiliyor güçlükle. Sonra yine bakıyor yüzüme. “Ben sana bu kentte kalanları anlatayım. Yok olanları sorma bana,” der gibi. Ama ben yine de “Bana dönüp dolanıp Sur’u sorma!” demediğini düşünüyorum. Çünkü onu sormak için buluştum onunla. Yoksa akşam gelirdim. Sabah konferansı tamamlar, öğleden sonra dönerdim. Ben sorumu yineliyorum,
“Neyin tozları onlar?”
Biliyorum aslında. İnanmak istemediğimden, onaylatmak istiyorum yine de… Umutsuzluğun açmazlarıyla…
“Sur…” diyor. Kesintili konuşuyor. Dili varmıyor söylemeye… “İş makineleri çalışıyor… Yok oluyor Sur… Yok ediliyor…”
Ve boğazındaki düğüm nedeniyle susuyor. Gözünü vizöre dayıyor, bir objeye yöneliyor. Önemli olmayan bir objeye. Sanki çekebilecekmiş gibi o fotoğrafı. Çekse ne olacak ayrıca. Amacı benden uzaklaşmak yalnızca. Uzaklaşıyor benden. Ben de ısrar etmiyorum. Ellerimle korkulukları tutmuş, sessiz, Sur’dan yükselen toz bulutlarına bakıyorum. Bir tarihin, bir kültürün toz olup göğe yükselmesi nefesimi kesiyor. Daha doğrusu nefesim kilitleniyor. Hüzünlenmek ne ki? Hüzün dediğin ne ki? Bu tablo karşısında hüzün de çaresiz kalır acıları anlatmaya.
Koşarcasına iniyoruz aşağıya. Hiç olmazsa soluk alalım Dicle kıyısında, On Gözlü’nün üzerinde. Hemen yakınında park ediyor Delal arabayı. Neden arabadan iner inmez hızlanıyorum? Acelem ne ki? Burası da bildiğim yer sonuçta. Hikâyesini de biliyorum. Ama bir de Delal’den dinlemek hoşuma gidiyor.
İki gözü rant çılgınlığıyla doldurulup çay bahçesi yapıldığından artık sekiz gözlü olan On Gözlü Köprü’nün, bazı kaynaklarda altıncı yüzyılda I. Anastasias Dönemi’nde yapıldığı belirtilmektedir. Köprü zaman içerisinde şehri kuşatan güçler tarafından yıktırılmış, daha sonra yeniden onarılmıştır. Şehrin son kere Bizans İmparatoru Juannes Tzimisces tarafından 974 yılında kuşatılması sırasında yıktırıldığı bilinmektedir. Daha sonra Emevi Halifesi Hişam Dönemi’nde köprü onarım görmüştür. Köprünün güneybatı bölümünde ilk üç gözde yer alan kitabeye göre köprünün günümüze kadar gelen son yapımının ve onarımın 1065-1067 yıllarında Mervaniler tarafından, Nizamüddin Nasr döneminde gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.
Dikkatle, hiçbir sözcüğü kaçırmamaya çalışarak dinliyorum. Böylece kentin yaşamındaki yıkımların tarihini de öğrenmiş oluyorum. On Gözlü’yü Sur’la ilişkilendirmeye çalışıyorum. Demek ki yaklaşık bin yıl sonraki yıkımın adı Sur olacakmış.
Delal, Kırklar Dağı’nı gösteriyor sonra. “Zamanımız yok, çıkamayacağız oraya. Çıksak da hiçbir tarihsel iz bırakmadılar. Ne var ne yok kayboldu gitti,” deyip susuyor. Dağa bakıyor. Göz kapakları donmuş, inip kalkmayı unutmuşlar gibi. Delal, sabit, köprüye dikilmiş bir Bizans heykeli gibi dağa bakıyor. Nice sonra, “Söylenti çok üzerine” diye açıklamalarını sürdürüyor. Söylentilerin en bilindik olanlarını bana açıklıyor. Bir yandan köprünün üzerinde yürüyoruz, ağır adımlarla. Kulaklarım Delal’de, gözlerim Dicle nehri üzerinde. Nehir kirli, hem de çok… Öbek öbek kirler görüntüyü bozuyor. İnsanı iğrendirecek kadar da kötüler. Lağım atıkları ya da mezbaha atıkları gibi öbekler… Kıyılar bakımsızın ötesinde, darmadağınık. Karşıda kale, Hevsel Bahçeleri, sağda Kırklar Dağı, üzerinde gudubet yapılar… “Şimdi şurası bir gelişmiş ülkenin elinde olsa,” diyesi geliyor insanın. İstemeye istemeye böyle düşünüyorum. Lanet olsun, neden bunu düşünmek zorunda kalıyorum ki! Olsaydı mı? Bir, şu iğrenç yapılar olmazdı… İki, su masmavi olurdu… Üç, dağ doğal park alanı ilan edilirdi. Dört… Yine can sıkıntısı… Delal kızıyor dalıp gitmeme. İnsanın dinlenmediğini düşünmesi kötü. Saygısızlık her şeyden önce. Ama ne yapayım? Gidip geliyor aklım, duygularım… Kırklar Dağı üzerine Delal’in anlattıklarından, şu söylenti bana yakın, türküye de yakışır geliyor.
Bir Süryani zengin ailenin hiç çocukları olmuyormuş. Kadın, Kırklar Ziyareti'ne gelip dilek dilemiş, adak adamış. Bir kızı doğmuş. Adını Suzi (Suzan) koymuşlar. Her yıl doğum gününde, annesi onu süsler, giydirir ve Kırklar'a götürerek, bir kurban kestirirmiş. Suzan böylesine bin nazlarla büyüyüp, güzel bir genç kız olmuş. Müslüman komşularının oğlu Adil'le birbirlerine âşık olmuşlar. Yine bir doğum yıl dönümünde, annesi Suzi'yi hizmetçilerle birlikte kurbanını kesmek üzere, Kırklar Ziyareti'ne göndermiş. Arkalarından habersizce Adil de gelmiş. Hizmetçilerin kurban kesme telaşından yararlanan Suzi, Adil'le beraber dağın arkasına dolanmış ve orada sevişmiş gençler. Kırklar Ziyareti, bu beraberliği bağışlamamış ve ziyaret Suzi'yi çarpmış. Kız On Gözlü Köprü'nün orada, Dicle'de boğularak ölmüş. Suzi'nin ölümünden sonra, Adil de aklını yitirmiş. Adil ve Suzi'nin yaşadığı dram da dilden dile türkü olarak taşınmış.
"kırklar dağının düzü,
ziyaret çarptı bizi.
kör olasan suzan suzi,
evliya çarptı bizi.”
Ağıtın melodisi dudaklarımda sessizce dolanıyor. Acı biber yemişçesine yakıyor dudaklarımı. Gözlerim ise betonlarda. Gazi Köşkü’nden bakarken On Gözlü’nün üzerine düşeceğini düşündüğüm garabet yapılar, şimdi benim üstüme düşecekmiş gibi. Delal, “Bitemiyor bu yapılar bir türlü. Hep sorunlar çıkıyor. İnsanlar yerleşemiyor. Kırklar Dağı’nın bağışlamayan yanı bu yapılar için de söz konusu olmuş. Halk arasında bu yapıların da çarpıldığı söylentisi yayıldı,” diyor.
Yan tarafta salkım söğütlü bir çay bahçesinde çay içiyoruz, taburelerin üzerinde. Köprüye bakarken, Dicle üzerine, Kuzey Mezopotamya üzerine kayıyor sohbetimiz. Neolitik döneme. İlk insan yerleşmelerine. Suyun önemine. Dicle’ye.
“Hadi kente gidelim. Önce ciğer yiyelim. Sonra bir handa kahvemizi içeriz,” diyerek kaldırıyor beni Delal. Zaten hiç rahat bırakmadı ki!
Önce ciğerimizi yiyip karnımızı doyuruyoruz. Sonra Sülüklü Han’da, ağacın altında bir masaya oturuyoruz. 
Ben sade bir kahve içiyorum, yanında maden suyuyla. Delal, “Bak şu ilerideki masada oturanlar ne içiyor?” diye gösteriyor. Bakıyorum. Öğle saati, şarap içiyorlar. Çay, kahve, su, maden suyu, ayran, şarap yan yana… Ne güzel. Benim dışımda, kimse kimsenin içtiğiyle ilgili değil. Kahvemi bitirince kalkıyorum oturduğumuz tahta masadan. Bu arada sandalyeler de klasik tahta sandalyeler. Sırıtan bir şey yok ortamda. Her şey ortamın tarihselliğiyle uyumlu. Daha bir yakından bakmak istiyorum duvarlara. Özenle örülmüş taş duvarlarla çevrili avluda ağır adımlarla yürüyorum. Girişe yöneliyorum. Az önce hızlı yürümekten görmediğim bir Diyarbakırlı çıkıyor karşıma, Ahmet Arif. Duvarda bir şiirinin kenarında oturmuş, her geçene “Merhaba,” diyor. Onun gözleri de gülüyor.
“Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?”
Göremiyorum büyük usta, göremiyorum. Kapalı her taraf. Betonlarla kapatılmış. Giremiyorum senin Sur’unun sokaklarına!..
“Ahh Sur ahh!”
Masaya dönünce, Delal, “Seni Ahmet Arif’in evine de götüreceğim,” diyor. Demek ki izlemiş beni. Şiiri okuduğumu görmüş. Çocukça kıpırdıyor içim. Gözlerimle teşekkür ediyorum.
“Son zamanların yapılan en iyi işlerinden birinin eski hanların kurtarılması olduğunu, akşamüzeri de Hasanpaşa Hanı’na götüreceğini,” söylüyor Delal, “Akşam yemeğinde de bir sürprizim olacak,” diye tamamlıyor sözlerini. Soramıyorum ne olduğunu.
Çıkıyoruz. Delal’e ara yollarda yürümek istediğimi söylüyorum. Hanın çevresinde, Sur’un kıyısında, ama artık dışında kalmış iş yerleri yaşama tutunmaya çalışıyor.
Bir demirci ustası plastik, solgun kırmızı bir sandalyeye oturmuş. Ellerini kasıklarının üzerine bırakmış. Kendini de koltuğa salıvermiş zaten. İlkel bir presleme aleti. Örs ve çekiçler. Duvarlarda iş aletleri. Tavana asılı olan yaptığı ürünler; çeşit çeşit kazmalar, keserler, satırlar… Tezgâh boş. Ara mı vermiş, iş mi yok? “Yaptıklarımı satamadım ki, yenilerini yapsam ne olacak?” der gibi. Gözler mi? Ahh o gözler! Sur’un gözleri gibi hüzünlü. Darbe yemiş. Öyle bir bakıyor ki, “Çek fotoğrafımı,” daha doğrusu “Halimi, İstanbullu, çek,” dercesine. Parmağım sızlıyor, cep telefonunun tuşuna basarken…
Teşekkür edip yürüyorum. O da ne? Yolun üstüne mangal kurulmuş. Izgaraya tavuk kanatları dizilmiş. Duman tütüyor. Tüm sokak tavuk ızgara kokuyor. “Merhaba,” diyorum. Hemen “Buyur,” diyorlar. Teşekkür ediyorum. Gülücük gözlerinin dibinden kaynıyor. “Gel, hiç olmazsa bir çayımızı iç…” İçten, hesapsız… Hissediyorsun bunu. Kalpten gelen çağrı, kalbine ulaşıyor ve okşuyor.
Bir kambur kalfa demiri tutuyor. Ayakkabıları boyundan büyük. Elinde iş eldivenleri. Boyu bir elliyi geçememiş. Onun tuttuğu kor demiri iki usta dövüyor. “Çevir!" diyor usta, kambur kalfa çeviriyor. Onlar da vuruşları kesişmeden tokmak darbelerini indiriyorlar kor durumundaki demirin üstüne. Ne şekil alacaksa? Hangi noktada uslanacak demir acaba? Ne olunca “Yeter!” diye bağıracak, “Yeter dövdüğünüz!” Arka tarafta dördüncü kişi bileme işi yapıyor. Ateş huzmeleri çıkıyor bileme aletinden. Gözlüksüz çalışıyor. Taş zımparanın sesi kulaklarımın pasını da zımparalıyor sanki.
Yürüyorum, bu yaşam mücadelesine saygı duyarak. Ama iş yerlerinin hemen arkasında başka şeyler oluyor. Belki onlar da orada oturuyorlardı, Sur’da. Kim bilir? Ama ikisini aynı anda yaşamayı ben becerebilir miydim acaba? Bu büyük yarılmanın iki tarafında gidip gelmek kolay olmasa gerek. Atlarken düştün mü, bittin. Fiziksel olarak atlasan da, içindeki çöküntünün neden olduğu ağırlığı nasıl geçireceksin karşıya? Kaplumbağa sırtı gibi her gün taşımak zorundasın o çöküntüyü. Her gün daha da ağırlaşarak. Demirci ustalarının gülen gözlerindeki perdeyi kaldırabilsem, kan çanağı çıkacak ortaya biliyorum. Kaldıramam ki…
“Fazla zamanımız yok,” diyor Delal, “Daha kalkan balığının gözüne, İç Kale’ye gideceğiz.” Rehberime karşı boynum kıldan ince. 
Gazi Caddesi’ne çıkıyoruz yine. Bu cadde kalkan balığını neredeyse tam ikiye bölüyor, kuzey-güney yönünde. Caddenin doğusu da batısı da Sur. Ama benim içimi yakan doğu kısmı. Gözüm hep o yönde. Cadde hareketli. İnsanların doğal yaşamı sürüyor. Ciddi bir kalabalık var. Gidenler, gelenler, koşturanlar. Ne yapabilirler ki? Bu kentin bir parçası hepsi önünde sonunda… Güvenlik güçleri de gidip geliyor, kirpilerle, zırhlı araçlarıyla… İç içe bir yaşam sürüyor.
İç Kale’de ilk durağımız Diyarbakır (Arkeoloji) Müzesi. 
Daha önce geldiğimde gelmemişiz. Bu müze bu duruma 2015 yılında getirilmiş. Ben büyük bir beklentiyle gitmiyorum açıkçası. Şöyle dolanıp çıkacağımızı düşündüğüm bir müze, diye düşünüyorum. Daha müzenin birinci odasında çakılıp kalıyorum. Delal anlatıyor. Ben birinci kutu içindeki eserlere, tarihlemelere takılıp kalıyorum. Gözlerimi ayıramıyorum. Müzede diğer odaları da gezince, Bismil, Kulp, Kocaköy, Hazro, Ergani, Eğil, Dicle, Çüngüş, Çermik, Çınar, Silvan yerleşmeleri bir örenyeri kümesi oluşturuyor. Adlarını az biraz da olsa bildiğim, tarihsel geçmişlerini bilmediğim yerler… Ergani deyince, bakır gelir aklıma, tarih ve kültür gelmez. Çüngüş’ü hiç duymamışım. Kocaköy’ü de öyle… Ama varlarmış meğer. Hem de tarihsel arka planlarıyla varlarmış.
Meğer Kuzey Mezopotamya’nın kavşağı durumunda olan Diyarbakır kenti İÖ 3.000’lerde Hurriler tarafından kurulmuş… Meğer ilk olarak Paleolitik (Eski Taş Devri) ve Mezolitik (Orta Taş Devri) devirlerdeki yaşam izleri Silvan'da Hassuni, Ergani'de Hilar ve Eğil mağaralarında görülebilmiş… Kazı çalışmaları süren ve tarihi İÖ 11.000’lere kadar inen Bismil ilçesi Ağıl Köyü Aşağı Sazlık mezrası yakınlarında bulunan Körtiktepe ise bölgenin Neolitik (Yeni Taş Devri) dönemine ışık tutmaktaymış… "Neolitik Devrim" olarak adlandırılan yerleşik yaşama geçiş ilk olarak Ergani İlçesi Sesverenpınar köyünde bulunan Çayönü Tepesi'nde görülmekteymiş… Birçok ilki barındıran Çayönü Tepesi'nde İÖ 7.500'den başlayan yerleşim evreleri bulunmaktaymış… Bismil İlçesi Tepe beldesi sınırları içerisinde kalan Hakemi Use höyüğü Geç Neolitik döneme (İÖ 6.100-5.950) ait ilk boyalı seramik gurubunu oluşturan 'Hassuna ve Samarra Boyalıları” diye bilinen seramiklerin bulunduğu önemli bir merkezmiş…
Aklımda kalanlar bunlar.
Bunları hem dinlerken hem de izlerken Venedik’i görme isteğimiz, Roma’yı, Floransa’yı, Barselona’yı tatil programına almalarımız geldi aklıma. Bir ton para harcanır buraları görmek için. Dönünce ballandıra ballandıra anlatılır. Olanak varsa gidilmelidir kuşkusuz. Görülmelidir. Ama görüyorum ki, şimdi üzerine bastığım topraklar gelmemiş aklımıza hiç. Varlıklarını bilememişiz. “Güneydoğu” deyince, çatışmalara koşullanmış beyinlerimiz. Çatışma haberleri belirlemiş bakışlarımızı. Tarih ve kültür programları ya olmamış ya da gölgede kalmış. Yazık! Üstelik müzede sergilenen eserler, saptanan varlıkların yüzde otuzuymuş. Yüzde otuzu bu kadar etkilerse insanı… Bir de çıkarıldıkları yere gidebilsen. Ait oldukları yere… Ören yerlerinde yürüyebilsen…
Özgürce dolaşabilsek yedi yüz seksen bin kilometrekareyi. Dağ taş, dere bayır… Korkmadan. Yürüyebilsek. Başımıza bir şey geleceğini düşünmeden. Ömür yetmez Anadolu topraklarının zenginliğini görmeye. Yurt dışlarına gidecek zamanımız kalmaz. Korkmasak… Güvenlik içinde olsak… Kendi topraklarımızda, kendi köşelerimize sıkışıp kalmasak. Sessiz, tepkisiz oturmasak oralarda. Çermik’i görmek istesek. Silvan ören yerinde geceleyebilsek. Ören yerlerine yayan gidebilsek, arkamıza, sağımıza solumuza bakmadan.
Belki bir tam gün ve daha fazlasını ayırmam gereken müzeden gözümüz arkada ayrılıyoruz. Atatürk Müzesi’ni, St. George Kilisesi’ni, eski hapishaneyi ziyaret ediyoruz. Son durağımız, Hazreti Süleyman Camii. Hazreti Süleyman’ın ve 27 sahabenin mezarları… İbadet eden, adak adayan insanlar… Çıkıyoruz oradan da…
Bir şey dikkatimi çekiyor ve Delal’a çocuk sevincinin saflığıyla bağırıyorum:
“Bak surların üzerinde insanlar var. Demek buraya çıkmak serbest!”
“Hadi biz de çıkalım o zaman,” diyor o da.
Koşar adımlarla surların dibine kadar gidiyoruz. Ama taş merdivenleri koşar adımlarla çıkamıyoruz. Çıkınca da küçük bir nefes kesilmesi yaşıyorum. Hevsel Bahçeleri yönünde yürümeye başlıyorum. Heyecandan Delal’i unutuyorum. Çünkü benim derdim, Sur. İleride bazı insanlar Sur yönüne bakıyorlar. İş makinelerinin o katil seslerini duyuyorum. Büyük bir hınçla çalışmalarının sesleri dolduruyor kulaklarımı. Ve Gazi Köşkü’nden gördüğüm tozları artık çok net görüyorum. Tam kadınlara yaklaşmışken arkamdan bir ses ulaşıyor kulağıma,
“Hocam!”
Delal’in sesi. Sağ kolunu kaldırmış havaya. Avuç içiyle havayı kendine çeker gibi sallıyor elini,
“Gelin!” diyor, “Yasakmış!”
Dönüyorum zorunlu olarak. Delal’in yanında sivil bir bey. Elinde telsiz. Belli ki polis.
“Demek hocasınız,” diyor, yakıştıramamış gibi.
“Evet,” diyorum.
“Neden geldiniz Diyarbakır’a?”
“Yarın bir eğitim programım var, tam günlük.”
“Madem hocasınız, hadi size izin vereyim. Hevsel Bahçeleri’ni görmek istiyormuşsunuz.”
“Evet.”
“Gidin. Ama fotoğraf çekmek yok!”
Özel bir üniversitede olduğumu söylediğimde yaşadığım tatsız diyalogu yazmayaağım. Ayrılıyorum yanlarından. İzinliyim artık. Resmi izinliyim. Hatta lütfedildi bu yürüyüş bana. Buruk bir mutluluk içindeyim. Surların üzerinde oturan gruptan ayrı duran bir kadına yaklaşıyorum.
“Siz neden buradasınız?” diye soruyorum. Beyaz tülbendiyle burnunu ve ağzını kapatıyor. Başını eğiyor. Konuşmadan sırtını dönüyor bana. Uzaklaşıyor benden. Surların üzerine oturmuş diğer kadınların yanına yaklaşıyorum. Bu arada aşağıda çalışan canavarı görüyorum. Hakemsiz bir maç yapan ağır sıklet boksörü gibi, savunmasız tüy sıklet olan evleri dövüyor. Yıkıyor. Parçalıyor. Şimdi anlıyorum içeride olanları. Neden kapatıldığını bütün girişlerin, anlıyorum şimdi. Anlasam ne olacak ki? Ne yapabilirim? “Yıkımlara Hayır!” diye bağırsam kim duyar sesimi. Kendimi surlardan aşağı atsam protesto için, kimin haberi olur?
Oturan kadınlar grubuna, “Siz ne seyrediyorsunuz burada?” diyorum yumuşak bir sesle.
Bakan da yok, yanıt veren de! Susuyorlar. Kalıplarını hiç bozmuyorlar.
“Siz orada mı oturuyordunuz?”
Başlarını sallıyorlar.
“Yani siz evlerinizin yıkılışını mı seyrediyorsunuz?”
Yine başlarını sallıyorlar.
Dağılıyorum. Elim ayağım titremeye başlıyor. Aşağı atlamak istiyorum. İş makinesini kullananı oturduğu yerden indirmeyi geçiriyorum aklımdan. Neye yaracaksa? Bir saat duracak yıkım, yine başlayacak. Biraz önce içinden çıktığım müzeye bakıyorum, İç Kale’ye. Oradaki eserlerin bana yaşattığı sarsıntıyı anımsıyorum. Dönüyorum Sur’a bakıyorum. Yine tam tersi nedenle bir sarsıntı daha geçiriyorum. Sol tarafım müzede sağ tarafım Sur’da… Bir titreme kaplıyor bedenimi. Bu olumsuz çevrimden kendimi çıkarmam gerekiyor. Bu sarsıntıları çarpıştıramam şimdi surların üzerinde. Uyarı almış olmama karşın, riskli olduğunu bile bile, cep telefonumla, çaktırmamaya çalışarak, biraz da çekinerek, hatta korkarak, daha doğrusu korkmuş olarak, cep telefonunu elimde tutuyormuş gibi, bel hizasında, visöre bakmadan, ama yine de bana güvenlik görevlisinin sunduğu lütfa ihanet ederek bir fotoğraf çekiyorum. Nasıl çıktığını bilmiyorum. Bakacak durumum da yok. Telefonu cebime koyuyorum. Geri dönüyorum.
Delal bekliyor beni. Güvenlik görevlisi yok ortada.
“Gidelim,” diyorum.
Zavallı Delal, şaşkın biçimde gözlerimin içine bakıyor. Sonrası mı? Oradan nasıl indik mi? Buraya nasıl geldik mi?
Anımsayabilsem…
Hasan Paşa Hanı’nın orta boşluğunda bir tahta masada, tahta sandalyenin üzerinde oturduğumu sonunda fark ediyorum.
Ne içeceğimi soruyor Delal.
“Kahve,” diyorum.
Surlardan bu ana kadar yaşananları sormuyorum, o da sormuyor…
Yeni farkına varıyorum her tarafın renk cümbüşü içinde olduğunu. Tüm dükkânlardan doğanın renkleri fışkırıyor. Yöredeki kadınların çok renkli giyinme geleneği, ticaretin merkezini de renklendirmiş. Önemli kişiliklerin halılara dokunmuş portrelerini görüyorum duvarlarda; Yılmaz Güney, Selahattin Demirtaş, Che Guevara, Deniz Gezmiş… Her yer taş, yerler, sütunlar, duvarlar. Bir tek yağmura, güneşe karşı önlem gibi duran yukarıdaki bezler rahatsız ediyor beni. Han burası, tipik bir han. Üst kat var. Olasılıkla yatılan odalar bulunuyordur orada. Biraz sonra çıkınca göreceğim. Daracık taş merdivenleri sağ yanımda duruyor. İnsanlar inip çıkıyorlar birbirlerine sürtünerek. Kemerli hoş bir yapı burası. İçerisinde süs eşyasından antikaya kadar çeşitli eşyalar satan dükkânların yanı sıra kahvehaneler, kafeler ve lokantalar var. İnsan kendisini iyi hissediyor bu ortamda. Delal, hanın 450 yıllık tarihini tane tane anlatıyor bana. Neyse ki az önceki psikolojik kilitlenmeden çıktım. Kahve iyi geldi.
Az önce nasıl geçtiğimi anımsamadığım basık kemerli bir kapıdan geçilerek giriliyor hana. Karşınıza beşik tonozlu bir kısımdan sonra avlu geliyor. Avlunun ortasında altı sütunlu, bezemesiz bir şadırvan var. Bu zemin kattaki odalar, sivri kemerlerle avluya açılıyor. Revakların üzeri beşik tonozlarla örtülmüş. Altı beşik tonozlu dükkânların ikinci katından taşan iki süslü pencereyle dışarıya açılan orta kısım yapıyı tamamlıyor. İki renkli taş sıralarının yatay olarak cephelerde kullanılması yapıyı olduğundan da uzun gösteriyor. Handa dikkat çeken diğer bir yan da iki katın revaklarında yer alan sütunların birbiri üzerine oturmasına karşılık, ikinci katta avluya doğru taşan taş konsolların yer alması. Hasan Paşa Hanı günümüzde çeşitli amaçlarla kullanılıyor, ama beni en çok etkiyen mekânlarından biri, bodrum kat diyebileceğimiz bölümünde yer alan kitabevi… Değme büyükkent kitabevinde bulunamayacak kitaplar var burada…
“Yarın sabah kahvaltıyı burada yapacağız,” diyor Delal. “Şimdi Ahmet Arif’in evine gideceğiz, sonra akşam yemeği için azıcık dinlenirsiniz artık.”
Gazi Caddesi’nin karşısına, Batı Sur’a geçiyoruz. 639 yılında Diyarbakır'a ulaşan Müslüman Araplar beş aylık bir kuşatmadan sonra şehri ele geçirmiş. Diyarbakır'ın fethinin ardından ilk olarak ibadet gereksinmesinin karşılanması için MarToma kilisesi Ulu Camiye dönüştürülmüş. Şimdi bu caminin yanından geçeceğiz. Ama avlusuna girmemek olmaz. Hemen on yaşını geçmeyen bir çocuk takılıyor, “Abi anlatayım mı?” diye. “Neyi anlatacaksın?” diyorum. “Camiyi,” diyor. Ve başlıyor anlatmaya… Nasıl anlatıyor… Nefes almadan… Avluda hızlı bir tur atıyoruz. Güneş saatinin önünde duruyorum. Bahşişini verdiğim rehberimiz giriş kapısına koşarken, arkasından bakıyorum. Delal, “On beş bin dolayında sokak çocuğu var Diyarbakır’da,” diyor, “Bunların bin-bin beşyüzü doğrudan sokaklarda yaşıyor…”
Her yerde sorun. Büyüklerin, çocukların sorunları. Ama beni en çok ürküten çocukların yaşadığı travmalar… Onların geleceği mi çalınıyor bugünden? Ne olacaklar gelecekte? Yaşamın neresinde olacaklar, yaşamları nasıl olacak?
Ah Sur ahh, her yerinde kafam karışıyor benim.
Camiden çıkıp sola yöneliyoruz. Pirinçler Sokak’a giriyoruz. Çok az yürüdükten sonra, Ahmet Arif’in Evi’ne ulaşıyoruz. 
Geniş bir avlunun içinde bir masaya oturuyoruz. Bir tek kitapla, Hasretinden Prangalar Eskittim kitabıyla bunca yıl kitlelerle bağ kurabilmiş olmanın ustalığı sarmış her yanı. Ama işin sırrını çözmeye çalışıyorum. Nerede acaba? Birden Rahmi Saltuk “Adiloş Bebe”yi çalmaya başlıyor. Bütün bahçe inim inim inliyor türküyle. Sazın tınıları, Sadık Gürbüz’ün yüreğime değip değip yayılan sesi kaplıyor avluyu. Gözlerimi kapatıp eşlik ediyorum türküye.
Akşam yemeği için güzel bir Diyarbakır mekânına götürüyor beni sevgili Delal. Bir süre sonra masamıza biri geliyor. Delal, “Boran, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde müdür. Kendisinden rica ettim. Zaman ayırdı. Hocamız İstanbul’dan geldi. Yarın bir konferans verecek.”
“Memnun oldum” diyor Boran, “Ben de katılacağım yarın konferansınıza.”
“Ben de memnun oldum,” diyorum.
“Boran’ın vereceği bazı bilgiler, mutlaka ilginizi çekecektir,” diye sürdürüyor Delal.
Siparişlerimizi veriyoruz. Hafif bir şey atıştırınca, Boran söze başlıyor.
“Silah seslerinin duyulduğu ilk günden sona erene kadar, yüz gün içinde çok sıkıntılı günler yaşadık. Keşke çözüm süreci hiç olmasaydı. Sur’da yaşananlar, umutlarımızın çok büyük bir şiddetle kırılmasına neden oldu. Çözüm sürecinde herkesin yüzü gülüyordu. Çok umutlanmıştık, çok… O nedenle keşke çözüm süreci hiç yaşanmasaydı, diyoruz. Biz, öncesi duruma alışmıştık zaten. Ama şimdi çok daha zor durumdayız.”
Araya girmeye çalışıyorum.
“Biz televizyonlarda, gazetelerde ‘çatışma’ kavramını duyuyorduk. Burada yaşayan sizler, olayları başka bir dille anlatıyorsunuz…”
“Ben size bir şey söyleyeyim mi? Siz Sur’da yaşananları basında size gösterilenler kadar okuyabilir ve yorum yapabilirsiniz. Bense size gördüklerimi aktarıyorum.”
Doğru söylüyordu.
“Sanırım Sur’a giremediniz. Ama Sur’da çekilen ve kısıtlı oranda dışarı yansıyan fotoğraflarda bile evlerin durumu net görünüyor. Bu evler bu duruma, kalaşnikofla yapılan çatışmalar sonucu gelmiş olabilir mi?”
“O zaman neler oldu Sur’da?”
“Girin uydu görüntülerine, kendiniz görün. 23 Mart 2016 tarihinde, Bakanlar Kurulu, Sur’un yüzde atmışı için acele kamulaştırma kararı aldı. Sonrasında da Doğu Sur’un yaklaşık yarısı yerle bir edildi. Sur diye bir yerleşme kalmadı. Diyebilirsiniz ki, eski binalardı, yenilenecekti. Ama bölgeye giriş yasağı bugün de sürüyor. Bu nedenle yıkımın boyutlarını bilmiyoruz. Bugün 2016 yılının Kasım ayı içindeyiz. Bu tarih itibarıyla biliyoruz ki, Kurşunlu Cami, Hasırlı Cami, Ermeni Katolik Kilisesi, Süleyman Nazif İlkokulu (eski bir kilise), Mehmet Uzun Evi, Çarşaflı Hamamı, Dabbanoğlu Türbesi, Surp Gragos Kilisesi’nin bir bölümü yıkıldı. Bunlar tescilli kültür varlıkları. Başka hangi tescilli binalar yıkıldı daha sonra göreceğiz…”
Sohbet derinleşiyor, ağırlaşıyor, acılaşıyor... Bazı ayrıntıları şaşkınlıkla dinliyorum. Yüreğim burkuluyor, söyleyecek söz bulamıyorum. Bir yandan Boran, bir yandan Delal… Biz İstanbul’da televizyonlarımızın başında film seyrediyormuşuz meğer. Ama perdelenmiş bir film. Oysa bu iki insan yaşadıklarını anlatıyor. Filmle anlatılanlar arasında dağlar kadar fark var.
Gece otele geldiğimde ilk işim, bilgisayara girip, uydu görüntülerini incelemek oluyor. Dehşete kapılıyorum. Boran’ın dedikleri doğru. Yerle bir edilmiş Doğu Sur’un yarısı. Sonra cep telefonundaki fotoğrafı bilgisayarıma yüklüyorum. Fena olmamış fotoğraf. Emniyet görevlisine de kaptırmadık.
Fotoğrafta dört kadın var. Türbanlı değiller, başörtülüler. İkisi ayakta duruyor. İki çocuk ve bir genç var yanlarında. Kadınlar surların yıkılmış bir burcunun dibine oturmuşlar, Sur’a bakıyorlar. Aşağıda bir iş makinesi çalışıyor. Bir kamyona molozları yüklüyor. Anılarla birlikte. Tarihle birlikte. Tarih, anılar, yaşananlar, izler, fısıltılar, hepsi biraz sonra ait oldukları mekâna veda edecekler. Geri dönmemecesine. Bazı evler tamamen yıkılmış. Bazılarının dış duvarları… İç duvarlar pembeli, yeşilli, mavili çıkmışlar ortaya. Bazı evler sıralarını bekliyor…
Uzun uzun bakıyorum fotoğrafa. Yarınki eğitim hazırlıklarımı gözden geçirmek içimden gelmiyor nedense. Bu fotoğraf gözümün önündeyken. Yatağa uzanıyorum. Dizlerimin üstüne koyuyorum bilgisayarı. Fotoğrafa bakıyorum.
Çok geç uyuyabildiğimi biliyorum. Yine de sabah erkenden kalkıyorum. Çünkü sekizde kahvaltıda olacağım Hasan Paşa Hanı’nda. Saat onda konferansım başlıyor. Tıraş, duş, giyinme hazırlıklarımı bitiriyorum. Valizimi kapatıyorum. Aşağıya iniyorum.
Delal gelmiş çoktan, bekliyor. O kara gözlerinden bir ateş fışkırıyor “Günaydın,” derken. Çıkıyoruz. Hasan Paşa Hanı’nda bu kez üst katta bir kemerin altındayız. Aşağıyı olduğu gibi görüyorum. 
Bizim gibi çok sayıda insan kahvaltıya gelmiş. Masalar dolu. İnanılmaz bir kahvaltı masası bekliyormuş bizi gerçekten. Öyle böyle bir serpme değil. Masada boş yer yok. Ve çaylar geliyor. Bu kahvaltıyı yemeye gerek yok. Seyretmek ve sonra da hayal etmek yeter aslında. Yiyebildiğim kadar yiyorum. Sabah kahvemizi de keyifle içerek bu faslı tamamlıyoruz.
Konferansın gerçekleşeceği salona gidiyoruz. Tanıdıklarla merhabalaşmalar, yeni tanışmalar. Hemen bilgisayarı kuruyoruz. Açılış konuşmalarından sonra kürsü bana bırakılıyor. Bilgisayarımdaki, sunumu ekrana yansıtıyorum. Birinci fotoğraf yansıda şimdi. Yalnızca bir fotoğraf. Bir açıklama yok üzerinde. Dün çektiğim, gece boyunca baktığım fotoğraf.
Ve başlıyorum eğitimime:
“Değerli katılanlar, hepinize günaydın. Öncelikle beni buraya davet eden değerli yönetim kurulu üyelerine teşekkür ediyorum, sizlere de katıldığınız için. Delal’e dünkü rehberliği için özel olarak teşekkür etmeliyim. Yanlış anlaşılmaması için adını vermek istemediğim, içimizdeki bir arkadaşımıza da verdiği bilgiler için teşekkür ediyorum. Ben bu eğitim programı için bir hazırlık yapmıştım. Ama dün öyle olaylar, sonunda da özel bir durum yaşadım ki, bütün sunu planım allak bullak oldu. Ben, kentsel dönüşüm ve arsa düzenlemeleri üzerinden, insanların mekânla olan ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi, ilişkinin yeniden kurulması konusunu ele alacaktım bugünkü konferansımda. Bunu boyutlandıracaktım. Daha doğrusu boyutlandırmaya çalışacaktım. Sonra sözü size bırakıp, öğrenme aşamasına geçecektim. Ancak dün garip koşullar altında çekebildiğim yansıdaki fotoğraf ise, insanın, kentsel dönüşüm adı altında mekânla ilişkilerinin sonlandırılmasını anlatıyor. Tanıklık ettiğim bir ânın fotoğrafı bu. Doğrudan ben çektim. Sur’da, insanların mekânla ilişkileri, geri dönüşümsüz olarak koparılıyor, kırılıyor, dağıtılıyor. İnsanların evlerinin yıkılışını seyretmeleri, anlatımlara sığacak bir olay değildir. Dün akşamdan beri bunun şokunu yaşıyorum.
Bu nedenle konferansımı nasıl sürdürebileceğimi bilmiyorum...”
Yazılma Tarihi: 08.03-10.07.2017
Yayınlanma Tarihi: 15.12.2025