Seçimlik
Üyelik Girişi

Anasayfa


BAĞLANTISALLIK VE YAŞAMDAŞLIK…

Prof. Dr. Erol KÖKTÜRK
(Harita Y. Mühendisi)

Son zamanlarda okuduğum en yararlı kitaplardan biri, Prof. Dr. Türker KILIÇ’ın yazdığı, “Yeni Bilim: Bağlantısallık, Yeni Kültür: Yaşamdaşlık ("Beyin Nedir"den, "Yaşam Nedir"e Bir Bilim Serüveni)[1]” başlıklı kitap…

Kitap, pandemi sürecinde yazılmış. Pandemiden çıkarılacak dersleri ele alıyor.

Yeni bir yaşam kültürünün ipuçlarını irdeliyor.

Kitap için “yararlı” dedim. Ama bu yetersiz kaldı. “Ufuk açıcı”, “yeniden düşündürücü”, “kendimi gözden geçirici”, “geleceği önceleyici” gibi nitelemeler de kullanmalıydım.

Kitabı, hiç acele etmedim okudum… Ağır ağır, sindire sindire…

Yeniden düşündürücü” dedim, örneğin.

Yola çıktığımızda en yetkin bilgi işleme sisteminin insan beyni olduğunu düşünüyorduk; şimdi anlamaktayız ki, en yetkin bilgi işleme sistemi yaşamın kendisi. İşte bu kitap bu bilimsel serüveni anlatıyor.

Beyin, en yetkin olduğunu düşündüğümüz bilgi işleme sistemi idi. Bunu kabullenmiştik. Şimdi “yaşamı” öncelemek gerektiği söyleniyor.

Yeniden düşünmeye değmez mi?..

Çünkü,

Beyin dokusu her an yeni bir bağlantısallık biçimi oluşturan, enformasyon işlemek ve olası zihinsel modeller içinde birini seçerek onu varoluş ağına yeni bir yaşantı oluşturmak üzere ekleyen, özelleşmiş organdır. Biz en etkin bilgi işleyen sistemin insan beyni olduğunu düşünüyorduk; oysa gördük ki, en etkin bilgi işleyen sistem yaşamın kendisi.

Yineliyorum… Ben çok önemli buluyorum bu saptamayı… Bu konuda geri dönüp dönüp, yeniden düşünüyorum.

Bazı beyin haritalarımı nasıl silebileceğim acaba?

Aslında uzmanlık alanının verdiği yetkinlikle “beynin nasıl bir madde olduğunu ve nasıl işlediğini” o kadar iyi anlatıyor ki Değerli Öğretmenimiz, insanın kendisini tanıması için maymuncuklar sunuyor.

Bu bölümün anahtar sözcüğü, bağlantısallık… Her insanın beyninde yaklaşık 86 milyar nöron var. 2 üzeri 86 milyar olasılık içeren bir enformasyon sistemi bütünü, beyin… Kişiler bu nöronların bağlantısallık derecelerine, düzeylerine göre kendileri oluyorlar ve farklılaşıyorlar.

İki tür "beyin sağlığından" söz etmek zorunluluğu doğuyor. Bacon-Descartes-Newton Biliminin oluşturduğu, günümüz dünya uygarlığını esasta yaratan kültürünün "biyolojik nitelikli beyin'' sağlığı kavramı ile Bağlantısal Bütünsellik Biliminin (Connectome-Laniakea-Epigenetik) oluşturduğu ve yakın geleceğin olası kültür seçeneklerinden-değişimlerinden biri olacağı görülen "Yaşamdaşlık Kültürünün'' "bilgi işleyen ağsal yapılı bir sistem olarak beyin" sağlığı farklı nitelikler taşıyor.

Yani,

ağsal yapılı bir sistem olarak beyin…

Ve

“Yaşamdaşlık Kültürü”nün altyapısının kurucusu olarak

beyin…

Beni yeni bir kavrayış zorunluluğuna götürüyor…

Vurgulayarak belirtmek gerekirse,

Bağlantısal bütünsellik adını verdiğimiz bilim yöntemi nörobilim alanının önderliğinde geliştikçe ve bu yöntem, yaşamın bağlantısal yapısına uygulanabilir duruma gelip sonuçlar alındıkça, en etkin bilgi işleme sisteminin insan beyni değil, yaşamın kendisi olduğunu anladık. Yani beyin, varlığın yaşam ağının bağlantısallığı içerisinde "varoluşunu" sağlayan zihni oluşturarak, yaşantı yaratma sürecinin, yaşamın bağlantısallığıyla entegrasyon sürecinin bilgi işleme organı olarak tanımlanır oldu.

Bu önceleme, basit bir yer değiştirme olarak görülmemeli. Yani beni her sürecin önüne koyan anlayış yerine, odak noktasına yaşamı koymak gibi bir mekanik hareket yok burada. Bir kabuller dünyasını, bir kavrayış temellemesini kökten değiştirmek var…

Çünkü, Değerli Öğretmenimiz,

Ancak ‘yaşamın insan için’ olduğu kabullenişi üzerine inşa edilen, ‘birlikte var olmayı değil de sahip olmayı’ hedefleyen uygarlığımızın, dönüşüme gerek duyduğunu, en sabırlı öğretmen olan ‘yaşam’ın yeni korona virüs salgını ile bize bunu anlatmaya çalıştığını”

düşünüyor.

Bu “düşünme” karşısında, “Ben de bunu kabulleniyorum” demek yeterli olabilir mi?

Burada çok daha köktenci bir değişimin zorunluluğu var…

Erich Fromm’un kerelerce okuduğum kitabı düşüyor usuma: Sahip Olmak ya da Olmak…

O da aynı yere çıkıyor…

Bu kitapları okuyup ya da düşüncelere katılıp, “edilgen” biçimde yaşamayı sürdürmek, reel yaşamın bana dayattıklarını yerine getirerek yaşamak ne kadar doğru? Ne kadar etik? O arada tahrip edilen, bütün dengeleri yapay biçimde bozulan doğa, artık yaşanamaz duruma gelmiş çoktan…

Fransa Ortak Mirası Koruma Kurulu Müdürü Jean CLOTTES’in anlattıklarından[2] birkaç alıntı yapayım:

"Son yirmi ya da otuz yılda en önemli olanı görmezden gelerek onu tehlikeye attık ve gezegenimizi kötü yönettik: İnsan türünün yaşamda kalması… Doğaya egemen olmak istiyoruz, ama onu eziyoruz… Kimi zaman Amerikan yerlilerinin, Güney Afrikalı Bochimanlar’ın ya da Avustralyalı Aborjinler’in felsefesinin bizden üstün olduğunu düşünüyorum…"

"Neolitik devrimin özü, 19. yüzyıldaki sanayi devrimine kadar sürdü. Neolitik çağ, tarihimizin kaynağı, dünyayı yüzeyselleştirmeye başladığımız an… Artık doğal ortam yok… Batıdaki bütün topraklar, birkaç zirve dışında insanlaştırıldı… İnsan her yerden geçti. Her şeyi değiştirdi…"

Sanayi Devrimi’nden bu yana, insanoğlu nereye dokunduysa değiştirmiş… Daha doğrusu, bozmuş… Çoğu kere olumsuz… Geri dönüşü zor değişimler, bozmalar…

İnsanın bazen “Keşke Keşifler Çağı hiç yaşanmasaydı!”, “Keşke Sanayi Devrimi hiç olmasaydı!” diyesi geliyor…

20. Yüzyıl boyunca bize, teknolojinin sunduğu olanaklarla “doğaya egemen” olmak fikri pompalanmış…

Sahip olmak fikri…

En bencil düşünce…

Özel mülkiyet, insanın keşfettiği en bencil araç… Bence…

Bunları düşünürken, bunlara kafa yorarken, kitabın ikinci önemli kavramıyla karşı karşıya buluyorum kendimi… Yaşamdaşlık…

Değerli Öğretmenimiz kitabında, yeni bir kültür öneriyor ve bunu “yaşamdaşlık” olarak kavramlaştırıyor.

Kitaptan olduğu gibi alıntılayacağım:

6. Yaşamdaşlık

İnsanlık aydınlanma ile birey oldu. Ulus-devlet ile yurttaş, sonra vergisini ödeyen vatandaş, neoliberal ekonomiyle küresel tüketici olmayı öğrendi; bağlantısal bütünsellik bilimi ve ortaya çıkmakta olan kültürüyle de yaşamdaş olmayı öğrenecek. Yaşamdaşlık, zihnin "yaprak" olmaktan çıkıp, "ormanın" bağlantısallığı içine yerleşmesi demek. Bu, uygarlığımızın yetmezlik noktasının özetlendiği "yaşam insan için var, yaşam benim için var" kendiliğinden kabullenişinin, "insan yaşamın bir parçası olarak ve onun için var, ben de bu yaşam ağı için varım" anlayışına geçişi demek. Orman-yaprak metaforu ile anlatırsak; “yaprağın”, ormanın kendisi için var olduğu zannından kurtularak, kendisinin "orman'' için olduğu gerçekliğini anlaması demek.

Covid-19 pandemisi, insanlığın yaşamdaşlık antrenmanıydı. Bu egzersiz elbette son olmayacak. İnsan, öğrenen bir canlıdır. Ama kolay öğrenen, hele alışkanlık dediğimiz bilgi akış kodlarını kolay değiştiren bir canlı değildir. Ancak yaşam da en sabırlı ve etkili öğretmendir. Çünkü zaman, insan için aktığından çok farklı biçimde akar, yaşam için.

İnsan zihinleri için yıllara, bu zihinlerin yaşam verdiği kurumlar, kültür ve devlet yapıları için on yıllara yayılan bir değişim yaşanacak ve insanlık yaşam ağının parçası olduğunu, yaşamın merkezinde olmadığını önce anlayacak sonra bunu yaşamaya başlayacak ve ardından bu yeni kültürün kurumlarını oluşturacak. Aynen maskesini yanındakini hastalandırmamak için takmayı, (yüzyılların biriken kirinden arındıramadığı) virüs sayesinde ellerini yıkamayı nasıl öğrendiyse her akşam ölüm sayısına bakıp TV kanallarında "boğazında tüp, yoğun bakım tavanına bakmak, evde yakınlarınla birlikte olup sıkılmaktan çok daha kötüdür" diyenleri dinledikçe, hep kutsadığı "özgür iradesinin'' ancak yaşam ağında etkin olan o virüs denen küçücük bilgi ile sınırlanmasını kabullendiyse; nasıl bir haftada yıllardır yapılamayan uzaktan ve kişiselleştirilebilecek eğitim reformu gerçekleştiyse ve finans piyasaları yeniden yapılandıysa; toplum içinde bilim insanları ve sağlıkçıların yeri nasıl birkaç günde yeniden konumlandı ise, ekonomik bağı sağlayan (eskiden görmediğimiz) kargocularla, emeği ile üretime can verenlerin önemi anlaşıldı ise, Papanın St. Peter meydanındaki tarihteki ilk seyircisiz vaazını, tüm dini mabetlerin kapanmasını ortak akıl "yeni normal" olarak karşıladıysa, yaşamdaşlık dönüşümü önce zihinleri, sonra bilimi ve kültürü, ardından ekonomiyi, hukuku, devlet anlayışını ve kurumlarını değiştirecek. Yaşam, bu değişimi kolaylıkla yapabileceğini bu pandemi ile gösterdi.

Aydınlanma nasıl tümdengelim üzerine eklemlenen deneycilik, yani tümevarım ile bilimsel bir devrim oluşturup "kabullenişin ve sebep-sonuçsuz düşüncenin'' yerine insanı ve aklını koydu ve bugünkü insanlığın yaratabildiği bu en üst düzey uygarlığımız ortaya çıktı. Her uygarlık gibi içinde bulunduğumuz ve muhteşem sandığımız uygarlığımızın da elbette bir dönüşüme gereksinmesi var. Nasıl tümdengelime, tümevarımın eklemlenmesiyle Rönesans ve Reform ortaya çıktıysa, var olan bilimsel yönteme bağlantısal bütünsellik bilimsel yönteminin eklenmesi, "deneycilikle aydınlanmış bireyden” yaşam ağı içinde varlık bulan "yaşamdaş"a dönüşümü sağlayacak.

Minnet, sevgi ve saygı duyduğum ancak dönüşüm zamanlarına denk geldiğimiz uygarlığımızın yarattığı egemen neo-liberal düzenin tüketici vatandaşı, yaşamdaş duruma geldikçe, kutsadığı değerler olan "ben'' için sahip olmak, çalışkan ve zeki olmak özellikleri, "yaşam'' için iyi olmak, meraklı ve yaratıcı olmak özellikleri ile eklemlenecek. "Ben'' için sahip olmak, yaşam için iyi oldukça insanın yaşamı zenginleşecek. Teknolojik dönüşümü bir kenara koyun, esas içerikte eğitim değişecek. Var olan üstün olma eğitimi, yerini iyilik eğitimine bırakacak. İnsanın hakkını yaşama karşı koruyan hukuk sistemi yaşamın hakkını insana karşı koruyacak.

Var olan, merkezi güce bağımlı ekonomik modeller yerini hiyerarşik yapının olmadığı, kararın "enformasyon ağı" tarafından verildiği, bitcoin gibi ilkel işaretlerini gördüğümüz ağsal ekonomik yapılara bırakacak. Ancak belki de en önemli değişim, ölümün anlamlandırılmasında yaşanacak. Var olan uygarlığımızda, insanlığın zihin yeri olan "yaprağın'' sararıp düşmesi, o yaprağın sonu olarak olumsuzlukla karşılanırken; yaşamdaşlık uygarlığında zihnin konumlanacağı "orman'' açısından sonbaharda yaprağın sararıp düşmesi, varoluşun doğallığı içinde algılanacak. Çünkü artık biliyoruz ki binayı var eden, onu oluşturan tuğlalar değil, onları bir araya getiren bağlantısallıktır.

“Yaşam” dediğimiz bu eşsiz öğretmen için, dünyamız için, doğanın ekolojik devamlılığı için, insan türünün önemi arı türü kadar bile değil. Korona salgınından öğrendiğimiz bir diğer sonuç da şu oldu: Doğa, insansız çok mutlu. Yani insanlık, yaşamdaşlığı öğrenemez ise, yaşam denen öğretmenin yeni "egzersizleri" ile karşılaşacak. Bunlar yine yaşam bağlantısallığı içinde, aynı matematik ile varlık bulacak; yeni ekonomik krizler, ekolojik yıkımlar, iklim değişikliği sonucunda ortaya çıkabilecek açlık, sadece arıları etkileyecek bir başka virüs "pandemisi" ile doğanın yaşanamayacak bir duruma gelmesi vb. İnsanlık önümüzdeki on ya da yüzyıllarda kendini yok edip, soyunu tüketmez ise, bizi 20 milyar galaksi (belki de daha fazla) ile paylaşacağımız şahane bir yaşam bekliyor.

Yani yaşamdaşlık er geç öğrenilecek.

Çerçevesini böyle çizdiği yeni kültürün, yaşamdaşlığın, “bilim paradigması”nı değiştireceğini ve yeni kültür içinde “yeni bir hukuk” düzeninin kaçınılmaz olacağını vurguluyor Değerli Öğretmenimiz.

Bu “yeni hukuk”, "adalet mülkün temelidir" yerine "adalet bir bağlantısallık ağı olarak yaşamın temelidir" diyecek; vatandaş olarak insanın haklarını değil, yaşam ağının haklarını önceleyecek.


Düşünebiliyor musunuz, “hukukun, yaşamın bütünü için mülkiyet hakkını korumasını…

Yaşamın bütünü için...

Biraz da şöyle anlıyorum açıkçası; bugün gelinen noktada, yaşamı, insanın zorbalıklarına, bencilliklerine, egemen olma ve sahip olma egolarına karşı koruyacak bir hukukun yaratılması gerekiyor… Yaşamın bütününü insanlardan koruyacak bir hukuk… Doğadaki bütün “flora”yı ve “fauna”yı koruyacak yeni bir hukuk…

Bazı okurlar bana “Sen ne öneriyorsun?” diyebilir…

Anayasamızın 35. maddesindeki mülkiyet düzenlemesinin değişmesini isterdim.
Şöyle bir düzenleme, yaşamdaşlığa denk düşebilirdi:

“Doğa, üzerinde yaşayan tüm canlıların ortak kullanımına aittir.
Yalnızca işletmeler üzerinde mülkiyet hakkı söz konusu olabilir.”

Çok düşsel değil mi?

Ama her şey bir hayalle başlamıyor mu?

Sürdürüyor Değerli Öğretmenimiz:

Şimdilerde bu yeni hukuka, ekolojik hukuk diyenler var ve bu değişimin bazı güzel örneklerine de rastlıyoruz. Mesela Almanya'da üç yıl önce ev hayvanlarının, pet olarak değil de, ailenin, evin bir bireyi olarak görülmesi kabul edildi. Sahiplik kaldırıldı. Yeni Zelanda'da koyunlar insanlarla eşit duygusal varlıklar olarak kabul edildi. Şu anda bu gelişmeler bazılarımızı gülümsetiyor olabilir, ama değişim başlamıştır.

Var olan ekonomi sistemlerinde, siz ister Marx'ın ekonomi anlayışını alın ister Adam Smith'inkini, ikisi de aynı paradigmanın farklı yüzleridir; birinde "yaşamın'' mülkiyeti devlette, diğerinde ise kişilerdedir. Buna göre ikisi arasında çok büyük bir fark yoktur. Önemli olan yaşamın paketlenebilirliğinin, sahiplenilebilirliğinin, satılabilirliğinin kabulüdür. Birinde, yaşamı devlet paketliyor, sahipleniyor ve satıyor. Diğerinde yaşamı özel sektör paketliyor, sahipleniyor ve satıyor. İkisinde de yaşam 'paketlenir ve satılır: Her ikisinde de 'insan için yaşam' paradigması esastır. Oysa 'yaşam' dediğimiz bu iç içe geçmiş kodlamalar sistemi, sahiplenilemez ve satılamaz; aynen yaprağın ormanı sahiplenemeyeceği gibi. Ekonomi, yaşam ağı içerisinde insanların, birbiriyle 'karşılıklı bağımlılık' sürecinin 'yaşam için'liğini sağlayan ilkeler bütünlüğü olmalıdır.

Bağlantısal bütünsellik aslında burada anahtar sözdür; artık her şeyin içinde bulunduğu ağ ile anlamlı olduğunu, hiçbir "şeyin" tek başına anlam taşımadığını biliyoruz. Günümüz uygarlığını, bilim ve teknolojisini büyük ölçüde borçlu olduğumuz, Bacon-Descartes-Newton'un isimleriyle simgelediğim bilim-kültür paradigması, yerini 'Nörozihin-Epigenetik-Laniakea' bilimsel gelişmeleriyle isimlendirdiğim, önceki yazılarımdan hatırlayacağınız yeni bilim ve (sonucunda) kültür kuramına bırakıyor. Yaşamı daha iyi tanımaya ihtiyacımız var; 'doğayı fethetmenin, ona egemen olmanın' daha iyi yaşamak olmadığını artık anlamaktayız. 400 yıl önce Rönesans'ı, 'aydınlanmayı: yaratan paradigmanın, günümüz için artık yeterli 'aydınlanma' sağlayamadığını, içinde yaşadığımız (Oxford Sözlüğünün 2016 yılında yılın sözcüğü olarak seçtiği tanımlama ile) "Post-truth Era-Gerçeklik Sonrası Dönem"de görüyoruz. Doğru olarak sunulanın-kabul edilenin aslında gerçek olmadığı bu döneme, 'kanıksanmış çelişkiler çağı' demek de yanlış olmaz sanırım.

Yeni bilim paradigmasının yeni bir kültür yaratması on yıllar alabilir ve bu dönüşüm de (dünyanın yaşadıklarından anlaşılabileceği gibi) her metamorfoz gibi sancılı olabilir. Tırtılın (kendisiyle aynı gen yapısına sahip) kelebek olma değişimini yaşaması için önce kendini sindirmesi gerekir.

Evrensel dönüşüm sürecinin öncülüğünü yapmak, bu yeni bilim ve kültürü tanıyıp yaratmakla mümkündür. Ülkemizin, kaçınılmaz dönüşümün sonucu gerçekleşecek, 'gerçeklik-sonrası-dönem' sonrasındaki bilim ve kültürün yaratıcılarından biri olabilmesi için iki önemli özelliği edinmemiz ve öğretmemiz gerekli: İyilik ve yaratıcılık. Bu iki nörozihin özelliğinin, günümüz uygarlığını yaratan (ve çok kıymetli) iki özelliğin; zekâ ve çalışkanlığın üst katmanı olarak yerleşmesini gerekli görüyorum.

Tüm anlatılanlardan sonra belirtilmektedir ki, bağlantısal bütünsellik kültür ve düşünce ağının aidiyeti, coğrafyası, milliyeti, siyaseti, vatanı yoktur. Bağlantısal bütünsellik kültürünün vatanı dünya, hatta daha doğrusu, yaşamın kendisidir. Bu nedenle bağlantısal bütünselliğin yaşama ait olması, insanı da bu yeni varoluş sisteminin merkezi olmaktan çıkarır. Çağdaş insan, uygarlık merkezinin insan -yani kendisi- olduğunu sanmasının ötesinde, bu uygarlığın sahibinin de kendisi olduğunu kabul eder. Çünkü çağdaş insan, yaşamın, kendisi için varlığına inanır ve bu inancı kabullenilebilir hale getirmek için doktrinler-dogmalar-kabullenişler üretir.

Üzerinde derinlemesine düşünmeye değer önermelerdir bunlar.

İnsanın kendi geleceğini yok etme pahasına, sahip olma ve egemen olma saplantısından kurtulması için bizi yeniden düşünmeye çağıran önermelerdir.

Bu önermelerin üzerinde düşününce, aslında yeni bir yeğlemeyle karşı karşıya olmadığımız; yeğlemenin ötesinde bir zorunluluk ile karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkmaktadır.

Fark etmemiz gereken gerçeklik bu…

Ne dersiniz?

Düşünmeye değmez mi?

[1] Türker KILIÇ, Yeni Bilim: Bağlantısallık, Yeni Kültür: Yaşamdaşlık ("Beyin Nedir"den, "Yaşam Nedir"e Bir Bilim Serüveni), Ayrıntı Yayınları, Dokuzuncu Baskı, ISBN: 978-605-314-504-2, 191 Sayfa

[2] LANGANEY, André, CLOTTES, Jean-GUILAINE, Jean ve SIMONNET, Dominique, (Çev.: Emine Çaykara), İnsanın En Güzel Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 3. Baskı, Nisan 2006, İstanbul, ISBN: 975-458-247-5, 149 Sayfa



(Yayınlanma Tarihi: 21.04.2025)