Seçimlik
Üyelik Girişi

Sit Alanları Üzerinden Gerçekleşen Yağmalama


SİT ALANLARI ÜZERİNDE VE ÜZERİNDEN GERÇEKLEŞEN YAĞMALAMA
Prof. Dr. Erol KÖKTÜRK
(Harita Y. Mühendisi)

Gezginler, karşılaştırmalar yaparlar…
Yurt dışına gittikleri kentlerle ilgili karşılaştırmalarının sonuçları, durağandır (statiktir)… Yani değişmezdir: “Ben bu kente 20 yıl önce de gelmiştim. Aynı duruyor…” Gözlerine çarpan değişkenlikler de uyuma ilişkindir: “Ben bu kente 15 yıl önce de gelmiştim. Birkaç yere yeni bina yapmışlar… Ama eski dokuyla öyle uyumluydu ki…”
Oysa bizim ülkemizde karşılaştırmalar devingendir (dinamiktir): “Ben bu kıyı kasabasına 20 yıl önce gelmiştim. Şimdi bambaşka bir yerle karşılaştım…” ya da “Burası öyle doğaldı ki, şimdi ondan eser kalmamış… Ben buraya kafamı dinlemeye, betondan kaçmaya geldim. Daha beteriyle karşılaştım…
Değişikliği, değişimle karıştırma örnekleridir, çoğu…
Bu nedenle olsa gerek, ülkemizin aydınlık yüzlü yazarlarından Demir ÖZLÜ, farklı ülkeleri gezip farklı kültürlerden beslense de ilk gençlik yıllarının geçtiği, tutkuyla bağlı olduğu İstanbul’un ve Beyoğlu’nun özlemini yazdıklarına yansıtır. Yıllar sonra, bir röportajında[1], “Bugünkü İstanbul estetik olmayan mimari yapısıyla da oraya üşüşmüş nüfus yapısıyla da bizim İstanbul’umuz değil. ‘İstanbul’u özlüyorum’ dersem, yalan söylemiş olurum,” der ve ekler “Gerçekten kaçılamaz; şimdi aidiyetsizim. Her yerde bir ziyaretçiyim. Türkiye’deki siyasi ve etnolojik değişim bende kök bırakmadı. Yalnız Türk diline bağlıyım. Türk dilinde bir kitabımın çıkması beni en çok sevindiren şey. Bu köksüzleşme yazmamı besliyor, hem de fazlasıyla.
Bir yerin artık “onun yeri” olmaktan çıkması… Onun yeri olan yer kalmayınca aidiyetsizleşmesi
Aslında bu niteleme insanı ürkütüyor… Acı veriyor insana… Geçmişinden koptuğunu duyumsatıyor…
Büyük bir özlemle geri dönüyorsun… Yanına aldığın bütün anılarınla… Onları yeniden canlandırmanın özlemiyle…
Ve orada, ilk dakikadan başlayarak yabancısın… İlk kez gelmişsin gibi… Yabancı olmanın ötekileştirici kolunun seni sarmalaması… Girdabına çekivermesi…
Bunları düşünürken çok önemli bir kavram çıkageliyor: “Koruma” kavramı…
Bir türlü sevemediğimiz kavramlardan biridir, koruma… Sevmek zorunda olmasak da, işselleştiremediğimiz…
Aslına bakılırsa, koruma, bizim toplumumuzda değil yalnızca, genelde baskın bir davranıştır. Sahip olduğumuz şeyleri, eksilmeye karşı koruruz. Ama artırmaya karşı korumayız. Yeter ki bir artış olsun… Anında feda ederiz sahip olduğumuz şeyi…
Onun geçmişi, umurumuzda bile olmaz… Ona sinmiş olan tarih, ona sinmiş olan anılar…
Yoksanır…
Hani konumuz penceresinden bakınca, somutlamak için söyleyeyim, “emsali 2’ye, 3’e katlasalar ne “baba ocağı” kalır ne “dede ocağı” ne “doğa varlığı” ne de “kültür varlığı”…
“Koruma” bir yanıyla “tutuculuğu” çağrıştırsa da, ben “geliştirmeksizin koruma”ya karşı olan anlamını aşarak, onun hareket eden yüzüne yöneleceğim…
Tutuculuk anlamındaki koruma, benim konumun dışında…
Ama hemen belirtmeliyim ki, gelişen ve çağdaş anlamıyla koruma bilincimiz zayıf ne yazık ki… Hatta yok!
İlle de allak bullak edeceğiz… Değiştireceğiz, ama eskiyi silmek pahasına… Yok edeceğiz, sözde yeni bir şey yapma adına… Restore edeceğiz, ama bakanın lanet okuması umurda olmaksızın…
Hepimizin lanet okuduğu o kadar berbat restorasyon var ki… “Bırak kardeşim, öyle kalsaydı,” dediğimiz…
Ama olur mu? Sen tepkini dillendirdiğin zaman, karşı tepki hiç gecikmez: “Sen gelişmeye karşı mısın?”
Geçmişle gelecek arasında ille de üstünlük kurma çabası… Sanki bugüne ait olan, bugün yapılmış her şey doğruymuş gibi…
Üzerinde on beşten çok uygarlığın geçtiği Anadolu topraklarının üstü kadar altı da zengin aslında. Toprak ananın bağrında koruduğu o kadar çok iz, eser, kalıntı var ki toprağın altında…
Toprağın üzerinde kalanları koruyamamışız. Bu topraklara giriş miladı olarak kabul edilen 1071 öncesi (bu tarih ve giriş de çok tartışmalı ya…) sanki hiçbir şey yaşanmamış veya yaşanmış da bize ait değilmiş gibi bir yaklaşım da çıkıyor “koruma” konusu ele alınırken…
Anadolu topraklarında, bazı baraj göllerinin altında kalanlar dışında, toprak altındaki uygarlık kalıntıları, derin uykularını sürdürüyor.
Belki de hiç uyandırılmamaları, gün ışığına hiç çıkarılmamaları gerekiyor.
Çıkarılanların bir kısmı, yabancılar tarafından çıkarılmış, götürülmüş. Berlin, Londra, Paris, New York, Viyana müzelerinin en önemli bölümlerinde, Anadolu topraklarından götürülen eserler var.
Ama biz onları izlediğimizde kızıyoruz yalnızca, “Neden alıp götürdünüz?” diye.
Onlar götürülmüş de, bugün halen bu topraklarda kalmış olan değerlerimizi koruduğumuz söylenebilir mi?
Ülkemizin bilge aydınlarından, kendisini saygıyla andığım Prof. Dr. Doğan KUBAN ile bir söyleşi yapmıştım.[2] Söyleşinin bir yerinde aramızda şu diyalog geçmişti:

- Direnebilen kentimiz yok mu?
- Yok.
- Yani şu anda Türkiye'deki kentlerin hiçbiri...
- Eğer sanayi girmemişse direnmiştir, yoksa yoktur. Ankara yok, İstanbul yok, Manisa yok, Adana yok, hepsi yok oldu.
- Kars?
- Kars’ta sanayi yok, Kars direndi. Mesela Safranbolu, biraz kenarda köşede kalmış yerler var. Bir de Mardin filan gibi yerler kaldı ancak. Ama girdiği anda bitiyor. Mesela, Diyarbakır çok nefis bir şehirdi, ama şimdi apartmanlarla doldu. Boğaziçi bitti, Üsküdar bitti, bir Beyoğlu var. Biz 1/200’ü bütün ahşap mahallerde yok ettik. Yani apartmanların sanki her yere yayılması yetmiyormuş gibi, içeriye girip, Fatih’in bütün ahşap evlerini yıkıp, yerine apartman yaptık.
- Ama Batılı da olamıyor.
- Olamaz zaten. Ben şimdi sizi taklit etmeye çalışsam, sizin gibi olabilir miyim? Sizi yorumlarım. Yorumlamanın da bir derecesi var tabii. Yorumlarken, eğer ben sizden daha cahil bir adamsam, o algılama sınırları içinde bunu yaparım.
- Ne olacak peki? “Bütün kentlerimiz kimliksizleşti” diyorsunuz.
- Bu apartmanlar Avrupa'da yok ki. Kötü taklit filan olduğu için. Yoksa, kimliği olmaz olur mu? İstanbul'daki şey nerede var; yok ki. Bu apartman bize özgü, bu şehir bize özgü, insanların davranışları bize özgü. Yani bunlar Türkiye'ye özgü. Geçen gün Kağıthane’ye gidiyordum. Apartmanlar, camiler, o binalar, hepsi çirkin.

Sonuçta koruyamıyoruz…
Koruma konusunu ele alırken, ister istemez bir kavrama değinmek gerekiyor. Taşınmaz varlıklarının kullanımını kısıtlayan kararların biri olan “sit” kavramına…
Sit…
Hiçbir şey çağrıştırmıyor, Türkçede… Çağrıştırdığını söyleyenler varsa da, iyi bir şey çağrıştırmıyor…
Bir engel, bir duvar, bir var olan durumu dondurma…
Kim karar verecek bir alanın “sit” alanı olmasına?
İki değerli kent plancı öğretim üyesi dostumla İstanbul Boğazı’ndaki mülkiyet sorunları üzerine düşünmelerimiz sırasında bir belge geçmişti elime sekiz yıl önce: Boğaziçi’ni “Doğal Sit Alanı” ilan eden 14.12.1974 günlü Koruma Yüksek Kurulu’nun kararı…
Ülkemizin “şehircilik” tarihi yazılacaksa, hepsine bir bölüm açılması gereken isimler aynı kurulda bir araya gelmişlerdi.
Erke boyun eğmeyecek, erkin de boyun eğdiremeyeceği bir kurul…

Orhan ALSAÇ (Başkan), Feridun AKOZAN (Başkanvekili), Münir AKTEPE (Üye), Ekrem AKURGAL (Üye), Uluğ Bahadır ALKIM (Üye), Sedad H. ELDEM (Üye), Semavi EYİCE (Üye), M. Fahrettin KIRZIOĞLU (Üye, Toplantıda Bulunmadı), Doğan KUBAN (Üye), ?????, Cengiz ORHONLU (Üye), Semra ÖGEL (Üye, Toplantıda Bulunmadı), H. Kemali SÖYLEMEZOĞLU (Üye, Toplantıda Bulunmadı), ?????, ?????, Naci YÜNGÜL (Üye), İsmet PARMAKSIZOĞLU (Kültür Müsteşarı V., Bulunmadı), Osman ÇATAKLI (Vakıflar Genel Müdürü), Hikmet GÜRÇAY (Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürü), Turgut ????? (Turizm Genel Müdür, Bulunmadı), Halim EMİRHASANOĞLU (Planlama ve İmar Genel Müdürü, Bulunmadı)

Elimde kararın kötü bir kopyası olduğu için, beş soru işareti ile belirttiğim bazı isimleri okuyamadım. (Okunabilir bir kopyası için bir iki yere başvurdum… Elde edemedim…)
Kararda unvanlar da yazmıyordu.
Yazmayı düşündüm…
Yazmaya gerek var mıydı?
Bu kurul hangi güce boyun eğerdi ki! Hangi güç bu kurulu kendi istemlerine uygun karar almaya zorlayabilirdi?!
Şimdi öyle mi ya?!
Şimdi adına “Koruma Kurulu” denilen kurullara yapılan atamalarda artık yetkinlik (liyakat) ve saygınlık değil, sadakat aranıyor, izlediğim kadarıyla. Bütün koruma kurulu üyelerini aynı kefeye koymuyorum tabii ki. Kimseye böyle bir haksızlık yapamam. Ama alınan kararları okuyunca, çoğunluğun böyle olduğunu düşünüyorum.
Kararlara bakınca, “sit kararlarının”, “sit statülerinin” kolayca değiştirildiğini okuyorum.
İnsanın doğaya egemen olma hastalığının versiyon değiştirmiş biçimleri sürüyor, günümüzde…
Mekânı, erki elinde tutanların atlarını diledikleri gibi koşturma alanına dönüştürme örnekleri çoğalıyor…
Kamusal alan daralıyor, azalıyor…
Sonuçta koruyamıyoruz…
Nasıl buralara geldik?
Türkiye’de doğal, arkeolojik, kentsel ve tarihi sitler olmak üzere dört tür sit alanı vardır.
Doğal sitler dışındaki sitlerin de, farklı biçimlerde gruplandırıldığı görülmektedir:


Ülkemizde doğal sitler dışında, korunması gereken 24.886 sit alanı var…
Özel çevre koruma alanlarını bunlara eklemedim.
24.886…
Bu sayı, Anadolu coğrafyamızın tarihsel ve kültürel zenginliğini gösteriyor. Kaç ülkede var bu?
Ama sonra ne oldu biliyor musunuz?
Bu dört sit statüsünü bir bütün olarak düzenleyen koruma mevzuatına da el atıldı, son 15 yılın içinde…
Önce “Kültür ve Tabiat Varlıkları” biçiminde bir bütün olarak ele alınan korunacak alanlar, “Kültür Varlıkları” ve “Tabiat Varlıkları” diye ikiye ayrıldı ve 2 ayrı bakanlığa bağlandı…
29.06.2011 tarihli ve 644 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında KHK’de, 08.08.2011 tarihli ve 648 sayılı KHK ile yapılan değişiklikle, “tabiat varlıkları ve doğal sit alanları ile özel çevre koruma bölgeleri” diğerlerinden ayrılmış ve bunlarla ilgili tüm işlemler Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı olarak görev yapan “Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü”ne devredilmiştir.
Bu arada, 25.01.2017 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan 05.01.2017 tarihli ve 99 sayılı Doğal Sit Alanları Koruma ve Kullanma Koşulları İlke Kararı ile, her bir kategoride ne tür yapı ve tesis yapılabileceği ve bu kategorilerin korunma ve kullanma koşulları açıklanmıştır: Kesin Korunacak Hassas Alanlar, Nitelikli Doğal Koruma Alanları, Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanları
Korunacak alanları derecelendirme düzenlemeleri iptal edilmişti…
05.11.1999 tarihli ve 658 sayılı Arkeolojik Sitler, Koruma ve Kullanma Koşulları İlke Kararı’nda, arkeolojik sit alanları 3 kategorik dereceye ayrılmış ve bu üç farklı kategoriye dördüncü kategori olarak 05.04.2005 tarih ve 702 sayılı İlke Kararı ile “Kentsel Arkeolojik Sitler” eklenmiştir.
Kurallar ayrışmış, kurumlar ayrışmış, sınırlar ayrışmıştı artık… “Parçala ve yönet” dediklerinden biri de bu olsa gerekti…
Öte yandan sit alanlarında kalan taşınmazların mülkiyet sorunlarının çözümlenmesi, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası’nda sayılmıştır; kamulaştırma, trampa, imar hakkı transferi ve menkul değere dönüştürme gibi araçlara yer verilmiştir. Ancak bu araçların güçlü biçimde düzenlenmemiş olması, uygulamada karmaşalara ve mağduriyetlere neden olmuştur ve olmaktadır. Bu konunun başlı başına ele alınması gerekmektedir.
Bir de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçiş, koruma kavramını iyice zayıflatmıştır…
Tek başına sayın Cumhurbaşkanı, 27.06.2019-30.04.2024 tarihleri arasında, 272 kararın altına imza atarak, “… alanının koruma statüsünün yeniden değerlendirilmesi sonucunda…” gibi değişiklikleri yaşama geçirmiş oldu. Yanlış okumadınız! 2 değil, 22 değil, 27 değil, tam 272 karar…
Ve bu süreç durmuş değil… Verdiğim sayılar büyümeyi sürdürüyor…
Bu kadar kolay mı olmalı oysa?
Bu bağlamda benim değinmek istediğim, bana daha garip gelen noktalardan biri de şudur: Ülkemizde Maliye Bakanlığı’na bağlıyken Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlanan Milli Emlak Genel Müdürlüğü adında bir kurum var… Görevi, Cumhurbaşkanlığı’nın 1 Numaralı Kararnamesinin 101. maddesinin 1. fıkrasında, “a”dan başlayarak “n”ye kadar sayılmıştır: “a) Hazinenin özel mülkiyetindeki taşınmazlar ve Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin yönetimine ilişkin hizmetleri, gerektiğinde diğer kamu idareleri ile işbirliği yaparak yürütmek; b) Hazinenin özel mülkiyetindeki taşınmazların satışı, kiralanması, trampası ve üzerinde sınırlı aynî hak tesisi, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin kiralanması ve bu yerler için gerekli görülen hallerde kullanma izni verilmesi işlemlerini yapmak; c) Devlete intikali gereken taşınır ve taşınmazlarla hakların Hazineye mal edilmesi işlemlerini yürütmek, taşınmazların tescilini, taşınır malların tasfiyesini sağlamak, ç) Hazinenin özel mülkiyetindeki taşınmazlar ve Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden kamu hizmeti için kullanılması gerekli olanları; kamu idarelerine tahsis etmek ve tahsis amacının ortadan kalkması veya amaç dışı kullanılması halinde tahsisi kaldırmak; tahsisi kaldırılan taşınmazlar üzerinde Hazine dışındaki kamu idarelerine ait yapı ve tesisleri tasfiye etmek,…
Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nün bu görevleri 2 önemli kurum tarafından by-pass edilmektedir. Daha doğrusu Milli Emlak Genel Müdürlüğü iki kurum tarafından devre dışı bırakılmaktadır: Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü…
Özelleştirme, özelleştirme uygulamaları, Özelleştirme İdaresi’nin tasarrufları başlı başına ele alınması gereken bir konu. Belki bir gün onu da yazarım… Ama belirtmeliyim ki, kamu taşınmazlarının talanının en önemli, en “baba” kararları bu kurum tarafından verilmiştir, verilmektedir ve uygulanmaktadır. Bu kurum artık “devlete kambur olan” KİT’leri özelleştirmenin ötesine geçerek, geniş bir portföyün özelleştirmesine yönelmiştir: Taşınmaz, Arsa, Arazi, Direk + Pilon Yeri, Liman, İskele, İşletme, İşletme Hakkı, Taşıt Aracı/İş Makinesi, Araç Muayene İstasyonu, Lojman+Daire, Dükkân+Restaurant, Bina, Tersane, Kaya Tuzu, Marka+Varlıklar, Tuzla, Kombina, Gemi+Feribot, Depo, Otel+Tatil Köyü, Sosyal Tesis, Akarsu Santrali, Termik Santral, Elektrik Dağıtım, Banka, İştirak Payı Satışı… Bunları ben uydurmadım… ÖİB’nin yaptığı özelleştirmelerden derledim… Dikkatinizi çekiyorum: Bunların hepsi kamu varlıklarıdır… Hepsinden 85 milyonun hakkı vardır. Ve bunların hepsi Özelleştirme İdaresi’nin, devir programında yer almıştır, almaktadır. Ve tüm bu süreçlerde Milli Emlak Genel Müdürlüğü devre dışı bırakılmaktadır…
Bu taşınmaz varlıkları ÖİB tarafından satılmaktadır. Hem de geri dönüşsüz biçimde… Belki de özelleştire özelleştire devlete kambur olan KİT kalmadığından, kuruma iş yaratılmıştır… Ya da tek yanlı özelleştirme kararlarıyla edinilen talan deneyimi tüm kamu taşınmazlarına yaygınlaştırılmak istenmiştir…
Dedim ya, başlı başına ele alınması gereken bir konu…
Diğeri de başka alem… Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü de, tabiat varlıklarını tahsis etme konusunda epey ileri gitmiş durumdadır.
İşi sanki “tabiat varlıklarını korumak” değil de, “tahsis etmekmiş” gibi… Sanki bu amaçla kurulmuş gibi… Bu kurumun tasarruflarıyla, tabiat varlıkları her tür korumadan uzak biçimde, keyfi biçimde, kayırmacı biçimde talana açılmaktadır.
Maden Yasası’na göre verilen “maden arama ruhsatları”nı bu araya sıkıştırmak istemiyorum… TEMA Vakfı’nın 2021 yılı verilerine göre, 15 kentteki maden arama ruhsatı verilen alan oranı %62… Yanlış okumadınız %62… Ruhsatların en yoğun olduğu bölgelerin başında, %79 ile Kaz Dağları geliyor. Çanakkale ve Balıkesir’in sınırları içinde yer alan bölgede toplam 1.634 maden arama ruhsatı verilmiş… Artvin, Eskişehir, Zonguldak-Bartın, Ordu kentlerinde ruhsat verilen alan oranı %70’in üzerinde … Bu sayılar, tabiat varlıkları üzerindeki baskının boyutlarını ortaya koymuyor mu?
Peki, hangi parti erke geldiğinde son 20 yılda verilen bu ruhsatların “hepsinin iptal edileceğini” söyleyebiliyor?
Duymadım ben… Dillendirmiş olanlar varsa, ben de duymadıysam, özü diliyorum.
Ama üzülüyorum…
Çünkü olanlar, gizli kapaklı olmuyor, gözümüzün önünde oluyor…
İçim acıyor…
Demem o ki, ülkemizde sit derecelerini düşürmek değil, yükseltmek gerekiyor…
Kolaylaştırmak değil, zorlaştırmak gerekiyor…
Hatta korunacak alanların talanını olanaksızlaştırmak gerekiyor…
Kültür ve tabiat varlıklarını talana açmayı bırak, kimsenin kılının dokunamayacağı duruma getirmek gerekiyor.
Koruyarak, gelecek kuşaklara devretmek gerekiyor…
Bir şeyleri yeniden keşfetmeye gerek yok! “Koruyarak sürdürülebilir kılma”nın felsefesini Kızılderililer, o kadar yalın ortaya koymuşlar ki:
Yeryüzü, bize atalarımızdan miras kalmadı; yeryüzünü çocuklarımızdan ödünç aldık.
Bu kadar yalın… Anlaşılması bu kadar kolay…
Peki, neden anlamak istemiyoruz?
Bu varlıklar tükenmeyecek mi sanıyorsunuz?
Bu varlık alanlarını talana açtığınızda ve betonlaştırılmasını sağladığınızda geri dönüşü zor bir hasara neden olduğunuzu bilmiyor musunuz?
Bilerek yapıyorsanız, o daha katmerli bir suç olmaz mı?
Yoksa tüketilmeleri umurunuza değil mi?
Üzülüyorum…
Yaşananları gördükçe, içim acıyor…
İnanın, daral geliyor bana…
Başlangıç noktası neresi mi olmalı?
Yaşadığımız coğrafyayı sevmeliyiz…
Anadolu coğrafyasını tutkuyla sevmeliyiz…
Tarihini, kültürünü, varlıklarını, değerlerini, kalıntılarını, toprağın altını ve üstünü, havasını-suyunu, nehirlerini, göllerini, denizlerini, kıyılarını, ormanlarını, yeşil alanlarını, ağaçlarını, tarlalarını, ören yerlerini, börtü böceklerini, bütün faunasını ve florasını sevmeliyiz ve korumalıyız.
Sevmeliyiz…
Tutkuyla sevmeliyiz…
Korumalıyız…
Tutkuyla korumalıyız…
Kültür ve tabiat varlıklarının daha fazla talanına, peşkeş çekilmesine acilen “Dur!” demeliyiz…
Ses vermeliyiz…
Sesimizi yükseltmeliyiz…
 
[1] Demir ÖZLÜ, Kendi Evine Varamamak, https://www.literaedebiyat.com/post/kendi-evine-varamamak-demir-ozlu, 14 Şub 2021
[2] Erol KÖKTÜRK, “Büyük Kültürler Kentlerde Yaratılır,” Prof. Dr. Doğan KUBAN ile Söyleşi, Today’s Metropol Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 7, Aralık 2007, Sayfa: 104-112


(Yayınlanma Tarihi: 07.10.2024)