Yenice Ormanları Yolu
Artık bu yazıyı yazmak istiyorum.
En son ve aynı yerde olup duran heyelandan sonra kaçınılmaz oldu…
Eskiçağa yakınlarında yapılan, adına istinat duvarı denilen beton perde, bir mühendislik bilgisini, mantığını, özenini, bakışını zaten yansıtmıyordu. Bir de doğa ile estetiğin arasına giren bir çirkinlik duvarıydı. Toprak onun kenarından kaymış ve yolu kaplamış.
Ama bu olay bu yazının yalnızca vesilesi. Yazmamın nedeni, yıllardan bu yana doğaya yapılan ölçüsüz müdahale ve doğanın bozulan iç dengesi...
Biliyorum bu yazı birçok kişinin hoşuna gitmeyecek… Ama yazılanlardan hoşlanmamak, yol boyunca yaşanan gerçekliği örtmüyor da değiştirmiyor da...
Ben o yollardan geçerken artık hiç iyi duygular içinde olamıyorum. Doğayla arama sokulmuş çirkin duvarların arasında götürülen bir tutsak gibi duyumsuyorum kendimi.
Devrek-Mengen arası, 1970 öncesi yeğlenen bir ulaşım güzergâhı değildi. Kazalarla, ölümlerle bilinen, ıstıraplarla dolu bir güzergâhtı… Bir anlamda “eşeği yürüterek” oluşturulmuş ham orman yolu, güvensizdi ve tehlikeliydi.
1969 yılında ortaokulu bitirip de liseyi okumak için Ankara’ya gidip-gelmeye başladığımızda, bu yol, kullandığımız bir yol asla olmadı. O zamanlar yeni yeni kullanılan Mototren ile Karabük’e, oradan otobüslerle Ankara’ya gitmek tercih ettiğimiz bir yoldu. Hatta Karaelmas Ekspres’i bile yeğlediğimiz bir ulaşım aracıydı, Ankara-Çaycuma arası 13 saat sürse de…
Kuşkusuz Türkiye durduğu yerde durmadı. Gelişmeler oldu. Yollar yapıldı. Dorukhan Tüneli önemli bir adımdı. Kışın içinden geçmek, tavandan sarkan buzlar nedeniyle tüneli korku tüneline dönüştürse de, tercihlerin değişmesinde etkili oldu.
Türkiye’nin dört lastik tekerli ulaşım tercihleri, Cumhuriyet Dönemi’nde yapılan demiryolu ağlarının yıllar boyu geliştirilmemesi, bölgemizin ulaşım seçeneklerini de teke indirdi. Bunun sonucunda karayolları günden güne iyileşti. Mutlu olduk. Sevindik. Daha güvenli yolculuk yapar olduk.
Belki o zamanlar, geçtiğimiz güzergâhın ayrıcalıklarını çok da fark edemedik. Zaten yeşil olan bölgemizde yaşayan insanlar, kendi bahçelerinde her türden ağacı yetiştirdiklerinden, ağaç özlemi içinde büyümezler. Belki de bu nedenle, Yenice Ormanları, bölgemiz insanları için kendi bahçesinin büyüğünden öte bir anlam taşımamıştır.
Oysa içinden geçtiğimiz ormanlar, Yenice Ormanları idi… Bir ağaç topluluğu değil yalnızca, ayrıcalıklı bir coğrafyaydı… Ve barındırdığı yaban yaşamıyla ve endemik olan ve olmayan bitki çeşitliliğiyle dikkat çeken bu ormanlar, 1999 yılında Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) tarafından ‘acil olarak korunması gereken 100 sıcak nokta’dan biri ilan edildi. Yani herhangi ağaç topluluğu da değildi Yenice Ormanları…
Sonra mı? Bir gidiş, bir geliş yol… Hadi fena olmamıştı. Rahatlamıştık. Daha iyi yolculuk ediyorduk. Ağaçlarla, derelerle aramızda engel yoktu. Derecikler akardı. Bazen yan yana gider, bazen üzerlerinden geçerdik.
Sonra ne olduysa oldu, bitmez tükenmez bir genişletme çabası başladı. Türkiye bir “duble yol” hastalığına tutuldu. Duble yol, ülkemizin bazı coğrafyalarında, otoyol yerine iyi bir çözümlemeydi. Ama her yerde olması gerekiyor muydu? Duble yollar, karşılığını bölgemizde de buldu. Bölgedeki bu kararlar, İkinci Dorukhan Tüneli’nin yapılmasına götürdü.
Artık doğaya hoyratça müdahale başlamıştı. Yol, duble yol olacaktı. Bunun için var olan yol genişletilmeliydi. Dinamitler, hafriyatlar, ağaç kesmeler… İş derelere müdahaleye kadar vardı. O masum derecikler, ki ben bunca yıldır taştıklarına tanık olmadım, metrelerce yükseklikte beton kanallar içine alındı…
O güzelim doğayla aramıza, adına “istinat” denilen iğrenç duvarlar örülmeye başlandı. Direksiyonda değilseniz, doğayla iç içe seyahat ettiğiniz ve seyretmeye doyamadığınız yolda, bu müdahaleden sonra doğayla aranıza duvarlar örüldü. Kilometrelerce… Gerekli, gereksiz… Belli ki, birileri para kazansın diye… İşçiliği berbat, özensiz, iğreti, çirkin…
Araştırılsa, dünyanın hiçbir coğrafyasında, bu kadar inanılmaz güzellikteki doğal ortamda, bu kadar fazla duvar örüldüğüne tanık olamazsınız… Duvar örme bugün de sürüyor…
Buraya kadar yazdıklarımı, şu basit soruyu sormak için yazdım: Bu yol genişletme, doğaya müdahale çok mu kaçınılmazdı?
Böyle konuları yazdığınızda, şu soruyla hep karşılaşılır: “Sen gelişmeye karşı mısın?” Arkasından da eklenir, “Memleket sizin gibiler yüzünden gelişmiyor…”
Ama az konuştuğumuz, üzerinde az düşündüğümüz bir kavram var: Sürdürülebilirlik… Sürdürülebilir kalkınma, “ekonomik büyüme ve refah düzeyini yükseltme çabalarını, çevreyi ve yeryüzündeki tüm insanların yaşam kalitesini koruyarak gerçekleştirme yöntemi,” olarak tanımlanıyor. Sürdürülebilir kalkınma, insan ve çevre merkezli olmak üzere iki ana başlık altında değerlendirilmektedir. Ekonomik ve sosyal kalkınma kadar, doğal çevreninin korunması da önemlidir ve bunların birbirinden ayrılmaz parçalar oldukları kabul edilmektedir.
Bunu bize en yalın Kızılderili Atasözleri ifade eder: “Son ağaç kesildiğinde, son nehir kuruduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam, paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak…” Ya da “Bu dünya bize dedelerimizden miras kalmadı, biz onu torunlarımızdan ödünç aldık.”
Yapılanlara bakıldığında, bu Kızılderili Atasözlerindeki özün tam tersi var; yani ortada bir mirasyedi hovardalığı ve hoyratlık var…
Peki biz bu doğaya yapılan müdahaleyi ne kadar sorguladık? Bu yolda yolculuğun rahatlaması işimize mi geldi, yoksa yapılanlardan rahatsız mı olduk? Hoşumuza mı gitti, görmedik mi? Görmezden mi geldik?
Tünel’den geçip, Devrek’e kadar inen yol, benim uyanık geçtiğim bir yoldu… Her mevsim güzeldi… İlkbaharda yeşilin her türden tonu; sonbaharda kızılından sarısına tüm renkler… İnsana yaşama coşkusu veren bir geçiş yoluydu. Zaman zaman durup fotoğraf çektiğim, doyumsuz bir güzergahtı… Daha eskilerde, dere kenarlarında alabalık yediğim bir doğal ortamdı…
Şimdi mi?.. Devrek’e varmak istiyorum bir an önce, ya da tersi Mengen’e…
Birileri sorgulamalı bunu?
Başta bölge insanları… Yerel basın… Bölge milletvekilleri…
Yıllarca süren betonlaştırma, dereleri kanal içine alma, ormanla yolcuların arasına duvarlar örme işinden kimler ne kadar zengin oldu? Sorgulanmalı…
Sahi kaç kere ihale yapıldı bu güzergâhta? Yollar kaç kere yapılıp, bozulup, yeniden yapıldı? Kaç firma bu güzergâh üzerinden kasalarını doldurdu? Sorgulanmalı…
Neden yap-boz tahtasına dönüştü? Neden bir türlü bitmedi, bitmiyor? Sorgulanmalı…
Adam gibi bir gidiş, bir geliş neyimize yetmedi? Sorgulanmalı?
Birileri zengin olurken, biz neleri yitirdik? Sorgulamalı…
O masum dereleri, metrelerce yükseklikte, içi depreme karşı dayanıklı olacak kadar demir dolu beton kanallar içine almak kaçınılmaz mıydı? Sorgulanmalı…
Yenice Ormanları umurumuzda mı? Sorgulanmalı…
“Ormanların gümbürtüsü” yerine, “duvarların görüntüsü” daha mı iyi oldu? Sorgulanmalı…
Eskiden doğanın ve doğallığın içinde yaptığımız yolculuk yerine, istinat duvarları arasında yapılan yolculuklar psikolojimizi bozmuyor mu? Sorgulanmalı…
Yani bilimin, mühendisliğin, inşaat teknolojilerinin bu kadar geliştiği bu çağda, çevreyi ve doğayı korumanın gelişmenin odağında olduğu bir dönemde, gelişmiş ülkelerin sürdürülebilirliği kalkınmalarının odağına koydukları bir çağda, doğayla insanoğlunun yeni bir ilişki kurma arayışlarının olduğu bir yüzyılda, başka çözümler olamaz mıydı? Ağaçlara, derelere, bitkilere uygulanan bu “vandalizm” kaçınılmaz mıydı? Sorgulanmalı…
Eğerci sapağındaki hemzemin geçiş yerine şimdiki dolgu üzerinden geçiş; Devrek’e yaklaşırken ki hemzemin geçiş yerine neredeyse evlerin çatılarına kadar varan dolgu üzerinden geçiş; Perşembe sapağından hemen sonraki dolgu üzerinden geçiş hangi mühendislik hesaplamalarına, zorunluluğuna dayanıyor? Sorgulanmalı…
Yoksa sorgulanmamalı mı?
Ama Sokrates’in dediği gibi, “Sorgulanmayan yaşam, yaşamaya değmez…”
Yenice Ormanları bu tür sorgulamaları fazlasıyla hak ediyor…
Yayınlanma Tarihi: 06.04.2022