Corona Virüs ve Anımsattıkları
“Anımsattıkları” diyebiliyorum henüz… Bir oluşma sürecinin içinde olduğumuzu düşünüyorum. Denklemde çok fazla bilinmeyen var. Henüz bir sonuca varılamıyor. O nedenle “anımsatma” terimini kullanıyorum. Çözümsüz denklemden bile öğrenecek çok şey var. Denklem çözülürse, öğrenilecekler çoğalacak. O nedenle sürecin içindeyken, “öğrettikleri” demeyi erken buluyorum. Öğrenmek bir süreç. Duymaktan ve görmekten farklı. Hemen olmuyor.
Aslında şöyle düşünüyorum: Benim görebildiğim 3 grup insan var;
1. Grup: “Şu musibetten sağ-salim kurtulsak da, yaşamımızı kaldığı yerden, eskisi gibi sürdürsek” diyenler… Açıkçası bunların çoğunlukta olduğunu düşünüyorum.
2. Grup: “Her krizin içinde fırsatlar vardır,” deyip bu fırsatları arayanlar ya da değerlendirenler… Bunu “benciller” anlamında kullanıyorum. Yoksa ben de “fırsat bu fırsat” deyip, başta okuma olmak üzere yapamadıklarımı yapmaya çalışıyorum. Sözünü ettiğim bu anlam değil. Diyelim ki, bazı siyasilerin, iş insanlarının yaşadığımız süreci kendi hedeflerine ulaşmak amacıyla, zaman bu zamandır diyerek değerlendirmeleri anlamında fırsatlar… Bu düşüncede olanların çok azınlıkta olduklarını düşünüyorum.
3. Grup: Bu süreçten öğrenerek, sorgulayarak, arınarak çıkıp, yaşamı başka bir düzlemde sürdürmeyi amaçlayanlar… Bunların sayılabilir miktarda olduklarını sanıyorum.
Hangi gruptaysak, süreci, ne kadar süreceği belli olmayan süreci ona göre yaşayacağız. Bakışımız ona göre biçimlenecek. Yaşanan ve sonrası dönemde…
Dün
Bireysel Düzlem
Çok nettik. Kurulu düzenlerimiz vardı. Hayallerimiz, hedeflerimiz vardı. Erişmeye çalışıyorduk. Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, kendimizi daha çok düşünüyorduk. Daha fazla kendimiz için yaşıyorduk. Çevremizle birlikteydik, ama çevremiz çok da umurumuzda değildi. Umurunda olanlar yok muydu? Kuşkusuz vardı. Az da olsa. Ama sırıtıyorlardı. Hatta tepki görüyorlardı.
Toplumsal Düzlem
Seçimden seçime oyumuzu kullanıp, toplumsal görevimizi yerine getiriyorduk. Sonra evde haberleri izlerken, homurdanmakla yetiniyorduk. İkili üçlü buluşmalarda esip kükrüyorduk. Ama sokağa çıkmaktan korkarak yaşıyorduk. Sokağa çıkanlar birbirlerini biliyorlardı zaten. Her çıkışta aynıydılar. Onların dışındakiler, korkutulmuşluklarını yaşıyorlardı. Anlaşılır bir durum. Tarihin ilk dönemlerinden beri “korkutmak” en iyi yönetme araçlarından biri olmuştur hep. Ve şimdi ülkemizde de kullanılıyordu. O nedenle sokaklar, yani kamusal alan dolmuyordu. Eski günlerin özlemi, hatta Cumhuriyet ayarlarına dönüş konuşulmuyor değildi. Ama cılız, etkisiz, oya indirgenmiş bir tepkiydi.
Bizim burnumuzun dibinde Suriye, Libya sorunları vardı. Ekonomik gidişat iyi değildi. Devletin boşalan kasaları konuşuluyordu. “Kefen parasının nerde olduğunu?”, “Deprem bağışlarının nereye gittiğini?” soranlar soruşturmaya uğruyordu. Belediyeler, kıskaçlanıyordu. Bazı belediyelere kayyum atanıyordu. Falan. Lig karışık gidiyordu. Şampiyonun kim olacağı belli değildi. Tutuklanan gazeteciler, siyasetçiler, sivil toplumcular duruşmalara gidip geliyorlardı. Bir elin parmağı kadar olamayan ekranlar, genelde görülmeyenleri, söylenmeyenleri, konuşulmayanları söylemeye çalışıyordu. Diğer ekranlarda ise yaşam, haberler, diziler hep pembeydi. O nedenle Çin’de olanlar, yaşananlar, maske takan insanlar bu gündemi aralayıp kendine bir yer bulamamıştı. Biz de yer açmaya pek eğilimli değildik hani.
Mesleki Düzlem
Dün, evet dün… Yani yıllar öncesinden söz etmiyorum. İki, bilemediniz üç ay öncesinden söz ediyorum. 18. Maddede yapılan değişiklikler, Uygulama Yönetmeliğinin değişmesi, Kanalİstanbul, deprem, kentsel dönüşüm, CBS, akıllı kentler vb konuları, dar gruplar içinde de olsa konuşuyorduk. Meslek politikalarına kafa yoranlar vardı. Az da olsa. Meslek politikalarımızın olmamasına üzülenler debeleniyorlardı. Az sayıda sorumlu meslektaş. Ama meslek de, sektör de, uygulama süreçleri de eskiden olduğu gibi gidiyordu işte. Güçlü değiştirme iradeleri olmadan. Alışkanlıkların sürdürülmesi biçiminde. Müdahaleden ve geri tepkilerden çekinerek. Kötü olmamaya çalışarak.
Bugün
Bireysel Düzlem
Yaşayıp gitmelerin içinde, kendimizce tutturduğumuz düzeni sürdürmeye çalışırken, uzaktan, çok uzaktan, Çin’den bazı sesler gelmeye başladığında hiç umurumuzda olmadı. Çin’de bir hastalıktan söz ediyordu ajanslar, ama kimsenin de umursadığı yoktu. Kişisel konumumuzda bir etki yaratmadı. Koordinatlarımız aynı kaldı. “Bize ulaşmaz, bizi etkilemez, düzenimiz bozulmaz,” diye düşünüyorduk.
Ki…
10 Mart geldi çattı. İlk vaka… Bir sarsıntı geçirdik. Bu işin şakası yoktu. Aklı başında olanlar, gelişmeleri okuyabilenler önlemler almaya başladı. Kendi yalıtımlarını kurmaya başladılar. “Sosyal mesafe”yi de, “fiziksel mesafe”yi de öğrenmeye başladık. Yaşamımıza yeni kavramlar girmeye başladı. Bu kez gözle görünmeyen bir virüs gözümüzü mü açıyordu, nedir?
Korkmuştuk. Virüs doğrudan canımıza yöneliyordu. Onu kendimize bulaştırmamalıydık. Bulaşırsa… Canımızı sevdiğimiz anlaşılıyordu.
Evlerimize kapandık. Eskiden bir barınma, başımızı sokma alanı diye gördüğümüz, bu amaç kadar daralttığımız konutun (meskenin), yaşam alanına doğru genişletilmesi gereği ortaya çıkıvermişti. Henri Lefebvre’nin yaptığı felsefi değerlendirmeler geliyordu aklıma: konut (habiter) ve yaşam alanı (habitat) arasındaki ilişki… Konutumuzu salt başımızı sokma alanı olarak görme darlığından çıkıp, bu dönemde genişletmek, yaşama alanına dönüştürmek zorundaydık. Ne kadar süreceği belli olmayan bu yalıtma sürecinde, bu dört duvar içinde kalmak çekilmezdi yoksa. Konutu yaşama alanına dönüştüremeyenleri evde tutma olanağı da yoktu. Onlar kendilerini sokağa atacaklardı. Kontrol edilemeyeceklerdi. Edilemiyorlardı.
Toplumsal Düzlem
Belli kısıtlamalar gelmeye başladı. Yaş gruplarına, hastalık gruplarına yönelik uyarılar. İnsanoğlu iyi ki camı icat etmişti. Cam aracılığıyla hem onunla birlikteydik, hem de ondan yalıtılmıştık. Ama onca talebe ve uyarıya karşın, herkes için geçerli bir sokağa çıkmama uygulamasına geçilemiyordu. Emekçiler, çalışmak zorunda olanlar, herkes gibi şanslı değillerdi. İşe gitmek zorundaydılar. Yaşamlarını sürdürmeleri gerekiyordu. Oysa onların da evde kalma hakları vardı. Herkesin canı onlarınkinden daha değerli değildi. Ancak devlet onlara “evde kalın, işe gitmeyin” diyemiyordu. Bu süre içinde onlara devletin yardım yapacak durumu olmadığı ortaya çıkmıştı. Kasalar boştu. Onlara “Siz de Evde Kalın” denemiyordu, diğer ülkeler derken. “Siz sağlığınızı koruyun, para bulmak bizim işimiz” diyen diğer ülke liderlerini kıskanır olmuştuk.
Corona virüsü, insanlığı birçok açıdan çok çıplak biçimde uyarmaya başlamıştı.
1. Corona virüsü, adil bir virüstü; insanlar arasında ayırım yapmıyordu. Tek adaletsizliği, 60 yaş üstü insanlarda ölümcül sonuçlara yol açma oranının yüksekliğiydi.
2. Corona virüsü, ülkeler arasında da bir ayırım yapmıyordu.
3. Corona virüsü, toplumsal bir virüstü; yayılmayı çok seviyordu.
4. Corona virüsü, acımasız bir virüstü; kişinin sağlık sisteminde bir zayıflık varsa, öldürüyordu.
5. Corona virüsü, bireysel önlemlerden çok toplumsal önlemleri gerekli kılıyordu. Toplum bilincini, daha da önemlisi birlikte yaşarken, birbirinden de sorumlu olma disiplinini anımsatıyordu.
6. Corona virüsü, akılla görülebiliyordu. O nedenle de yalnızca akılla yenilebilirdi.
Çoğaltmaya gerek yok. Çok yazılıyor, çiziliyor bu alanda. Sosyal medya sağ olsun. Her şeye erişiyor, ulaşıyorduk. Hani evde koltuğa uzansak, 24 saat sosyal medyada gezinebilirdik. İyi ki sosyal medya vardı. Ne yapardık yoksa evde? Şaka bir yana, her zaman bilgi açısından olmasa da, gerilimi düşürmek anlamında psikolojik katkılarını da azımsamamak gerekebilir, sosyal medyanın.
Mesleki Düzlem
8 Nisan günü, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İMAMOĞLU şöyle diyordu: “Burada çarpıcı olan şu: Özellikle Bağcılar, Esenler, Bayrampaşa… O bölgede çok yoğunlaşma olduğunu görüyoruz. Çünkü biliyorsunuz yapılaşma çok orada. Sonra Esenyurt birinciliği kaptı.
Neden? Mesleki olarak düşünüyordum. Bağcılar, Esenler, Bayrampaşa, Esenyurt kadastro paftalarını açalım. Parsel büyüklüklerine bakalım. Bunların ne zaman ve hangi yasal araçlarla oluştuklarına göz atalım. Altından 2981 çıkacaktır. Buralar ağırlıklı olarak 2981 sayılı İmar Affı Yasası uygulamaları sonucu oluşmuş alanlardı. 150-200 metrekare yüzölçümü olan parseller üzerine yapılaşma olunca dip dibe olunuyordu doğal olarak. Mülkiyet dokusunu böyle oluşturmuştuk. Meslek grubu olarak BİZ… O nedenle bu yoğunlukta, meslek olarak bizim de payımız vardı. Bir sorgulama gerekmez miydi? Sağlıksız kentleşmedeki sorumluluklarımızı anımsamak gerekmiyor muydu? Yapıyor muyduk, fırsat bu fırsat deyip? Örneğin İmar Barışını ne kadar değerlendirmiştik?
İlhan TEKELİ Hoca aklıma geliyordu: “Parsel ölçeğinde yapılaşmadan, imar adası ölçeğinde yapılaşmaya geçilmesini” savunan fikirlerini anımsıyordum. Bunları ve diğerlerini kendi meslek topluluğumuzda pek tartışmıyorduk. Bazı kavramları unutup gitmiştik…
Ama bir yandan HKMO İstanbul Şubesi tarafından organize edilen, 2 cumartesi instagram üzerinden yapılan sohbetler de bana ilginç geliyordu. Sosyal medyaya bazen sinir oluyordum, ama böyle ve daha fazla pencereler açıyordu odalarımıza… 150-200 kişi bu sohbetlere katılıyordu. İlginçti…
Öte yandan, ilk günden bu yana salgının mekânsallaştırılması önem kazanıyordu. Vakaların mekândaki yayılımının izlenmesi, önlem planlaması açısından önemliydi. Ama karar vericiler, uzun süre vakaları yayınlama konusunda direnç gösterdiler. Oysa ilk günden bu yana mekânsal verinin önemi kavransa, görselleştirme araçlarına başvurulsa, süreç yönetimi daha iyi olabilirdi. Demek sektörün bu konuya da eğilmesi gerekiyordu…
O zaman, “Bu günler geçince mesleğimiz değişebilecek miydi?” Aklıma takılıyordu. Yeni arayış içinde kaç meslektaşımız var acaba? Bunu sorgulayan, buna kafa yoran…
Yarın
Yarın mı?
Bilmiyorum ki!
Hem “yarın” ne zaman olacak, onu bilemiyorum; hem de yarından sonra ne olacağını…
Hazırlıksız yakalandık. Hepimiz önümüzdeki günler için planlar yaparken, temel planımız yaşamda kalma planına döndü. Çok az kişi gelecek yılı düşünebiliyor. “2020’yi 2021’e erteledik” diyenler var.
Ne kadar çok tartışma ve değerlendirme var gelecekle ilgili. Okumaya, kafa yormaya, bazı çıkarsamalar yapmaya çalışıyorum. Notlar alıyorum.
Ama corona virüsün kanımca anımsattığı en önemli terimler, unutmamış olsak da, etkili olmadıklarını rahatlıkla söyleyebileceğimiz terimler şunlardı:
Ne kadar etkili olacaklar, corona virüs sonrası yaşamımızda? Yaşayarak göreceğiz.
Etkili olmaları için, şimdiden bir şeyler düşünebilir miyiz? Ya da bunlar yine bazı fantastik tartışmaların sınırları içinde kalan, dinozorların kullandıkları terimler olarak mı kalacaklar?
Yaşam planımız kökten değişecek mi? Yaşamın anlamını ne kadar sorguluyoruz? Güncel nitelemesiyle, “Bir level değişikliği yapacak mıyız?” Birbirimize karşı sorumluluklarımızın olduğu anımsaması, pandemi dönemiyle sınırlı mı kalacak?
Kendi bencilliklerimize geri mi döneceğiz, yoksa daha fazla mı toplumsallaşacağız?
“Artık eskisi gibi gidemez” diyenler var. Pek iddialı geliyor bana. Haklı olsalar da, bunun sağlanması nasıl olur acaba? Biz “Böyle gelmiş, böyle gider” demeyi seven bir toplum değil miyiz? Kişisel bazda değişmeyi genelde sevmeyiz de, değiştirmeyi işimize gelirse sevmiyor muyuz?
Farkında olmadan, yaşamayı pek seviyormuşuz. O sevgiyi ortaya çıkarıverdi bu virüs. Bu olumlu. Ama yalnızca yaşamda kalmak anlamında yaşamı sevmek yeterli mi? Onun anlamını büyütebilecek miyiz? Yaşamımızı birlikte paylaşma mutluluğuna dönüştürebilecek miyiz?
Mesleğimizi aynı şekilde yapmayı, bütün alışkanlıklarımızı bıraktığımız yerden sürdürmeyi mi düşünüyoruz? Kendimiz için bir level değişikliği düşünüyorsak, bunu mesleğimiz için de düşünmek gerekmez mi? Meslek örgütlerimizin varlık nedenlerinden biri de bu değil mi?
Çok şeyi anımsamak gerekiyor, çoook!
Sağlıklı günler, okuyanlara…
(Not: Bu Yazı, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yayın Organı olan ALAN Bülteni'nin HAziran 2020 sayısında yayınlanmıştır)
Eklenme Tarihi: 12.05.2020