1 EYLÜL BARIŞ GÜNÜNDE SAVAŞSIZ BİR DÜNYA ÖZLEMİ...
Cep telefonları, zaman zaman soğuk bulsak da, edilgen bir iletişim aracı olarak görsek de, sürekli ve yaygın iletişimin araçlarına dönüştü. Bu bir gerçek... Bu çağdaş araçlar, iletiler yoluyla, insanların duygularını, düşüncelerini ifade etmelerini olanaklı kılıyor. Bayramda uzun uzun konuşmaktansa, iki satırlık bir iletiyi çok kişiyle paylaşmak yaygın bir davranışa dönüştü. Bunu destekleyen bir diğer iletişim aracı e-posta oldu. Bu aracın da iletişimde, bayram ve yılbaşı kutlamalarında çok önemli bir ağırlık oluşturduğu görülüyor... Bu teknolojilerin yaşamımıza girmesinden bu yana bayram ve yılbaşı kartları geçmişte kalmaya başladı... Bu bir olumsuzluk olarak değerlendirilebilir. Bir diğer olumsuzluk da, iletilerin, dileklerin standartlaşması... Artık o ilginç, alıcıya göre yazılan kartlar dönemi yerini, tek tip iletiler dönemine bırakıyor...
Olumlu ve olumsuz yönleriyle bilgi ve iletişim teknolojileri, yaşamımızda daha fazla etkili olmaya başladı. Elektronik ve sanal iletişim kanalları, yoğun bir biçimde kullandığımız kanallara dönüşüyor. Bu, ne kadar bilinçli bir kullanımdır? Bilgi teknolojilerinin yaşamımızda oynadığı rol, yaptığı değişimler ne kadar bilinçle kavranıyor? Bunların üzerinde düşünmek gerekir. Ama istesek de, istemesek de; farkında olsak da olmasak da, bu teknolojileri kullanıyoruz. Daha yoğun biçimde de kullanacağız... Bu teknolojileri yaşamımızın birçok alanında bilinçle kullanma çabalarını artırmamız, kendimizi yeniden üretmemiz için de kanallar açacaktır...
Son 1 hafta içinde 3 olay yan yana geldi… Şeker Bayramı, 30 Ağustos Utku (Zafer) Bayramı 1 Eylül Dünya Barış Günü… Üçünün de anlamları farklı. Ama yine de sanki birbirlerini bütünleyen yanları var… Bu günlemelerle ilgili iletiler aldım… Şeker Bayramı ile ilgili daha çok… Demek ki, daha fazla kutlama eğilimi var… Utku Bayramını sınırlı sayıda dostum anımsıyor, ya da paylaşma gereği duyuyor… Barış Günü’nü paylaşanların sayısı ise sayılı…
Eylül bende başka duygulanımları kabartarak başlıyor: Barış özlemi, savaşsız dünya, dünya insanlığı ve kardeşliği, sömürüsüz toplum, bir arada yaşama… Bunlar kuşkusuz sessiz haykırışlar...
11 Eylül’den bu yana dünya daha gerilimli bir sürece girdi… ABD emperyalizmi, neredeyse “terörle mücadele” kisvesi altında her türlü müdahaleyi meşruymuş gibi dayatmaya başladı. Irak’a müdahaleyle başlayan süreç tüm Kuzey Afrika ülkelerini, Orta Doğu’nun önemli ülkelerini sardı… Barış şimdi daha acil ve güncel… Bizim Güney Doğumuzda da bir yangın yıllardan bu yana sürüyor, sürdürülüyor… İnsanlarımız, gencecik fidanlar yaşamlarını buralarda bırakıyor…
Adına “İkinci Dünya Savaşı” denilerek, özündeki emperyalist ve paylaşımcı niyetleri gizlenmeye çalışılan büyük yıkım savaşı, 1 Eylül 1939 günü, Nazilerin Polonya'yı işgal etmeleriyle başlamıştı. Bu savaşta 50 milyon insan yaşamını yitirdi. Milyonlarca insan sakat kaldı. Bilinmeyen sayıda kayıplar oldu. Kentler, tarihi ve kültürel değerler, doğa yerle bir edildi. Arkada gözleri yaşlı, acıları bugünlere sarkan bir insanlık kaldı.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1981 yılındaki 57. birleşiminde, “Genel Kurul’un açılış günü olan her Eylül’ün üçüncü salı gününü” “Uluslararası Barış Günü” ilan etmişti. Yıllar sonra Genel Kurul'un 7 Eylül 2001 tarih ve A/RES/55/282 sayılı kararı ile 21 Eylül, Barış Günü olarak kabul edilmişti.
Ama tüm kararlar, 21 Eylül’ü Birleşmiş Milletler için Barış Günü yapsa da, yeryüzündeki barışseverlerin Barış Günü 1 Eylül’dür. Barış, bugün kutlanır… Unutturulmak istense de, unutanların sayısı çoğalsa da, gerçek budur…
Bilinmektedir ki, ulusların bireylerinin birbirleriyle aslında bir sorunu yoktur. Sorunları çıkaranlar, genellikle yöneticilerdir, onların niyetleridir. Atatürk gibi liderler hedefi “Yurtta Barış, Dünyada Barış” olarak koyarlarken, emperyalist ve ırkçı liderler, “sürekli savaş ve gerilim koşullarında sömürü” olarak koyarlar… Ben inanıyorum ki, ülkemiz insanlarının da gündemi savaş değil... Hele hele 25 yıldan bu yana süren, ya da ısrarla sürdürülen Kürt Sorunu insanlarımızda sürekli barış ve kardeşlik özlemini pekiştirmektedir. İnsanlarımızın bayramlarda, günlemelerde iletiler yoluyla dillendirdikleri sessiz haykırışlar, ülkemizi yönetenlerin, yönetmeye çalışanların, yönetmek niyetinde olanların ciddiye alması gereken haykırışlardır...
Denecektir ki, “sesli haykırışları ciddiye almayanlar, yok sayanlar, önemsemeyenler, sessizleri neden önemsesin?” Ancak bu ülkede son yıllardaki seçim sonuçlarının genel beklentilerden büyük sapmalar gösterdiğini yaşıyoruz, biliyoruz... Bu nedenle uzun erimli düşünülürse şu söylenebilir: Erkin yanlış kararları halkın belleğinde depolanıyor ve günü geldiğinde vereceği kararları belirliyor...
Irak savaşı değil, Irak’a yapılacak müdahalenin; Libya’ya, Mısır’a, Suriye’ye yapılan baskıların haklı bir yanı yoktur. Emperyalist ülkeler, buralara yaptıkları müdahaleleri “alternatifsizlik” kisvesi altında ve “demokrasi ve insan hakları götürme” cilasıyla yapıyorlar. Müdahalelerinin arkasında çıkarları, başta da enerji kaynaklarını paylaşma niyetlerini gizlemeye çalışıyorlar… Ülkemizi de bu sürecin içine iteliyorlar. Şimdiki erk de bunun bir parçasına dönüşüyor. “Türkiye bu süreçte rol alsa da almasa da geleceği kötü olacak. O zaman sürecin içine girip masanın karar tarafında yer almalı. Böylece zararlarını azaltmalı,” yaklaşımının, bir “alternatifsizlik bilinçaltı” yaratmaya yönelik propagandanın tutsağı oluyor. Oysa barışsever yönetimler için her zaman alternatif vardır ve tektir: Bu, haklı olmayan her tülü müdahalenin karşısında olmaktır... Bunu, sesli ya da sessiz, haykırmayı sürdürmek gerekmektedir...
“Hangi erk olursa olsun, şimdikinden farklı davranamazdı,” diyenler de bir başka saptırmayı önümüze koymaktadırlar... Oysa görülmesi gereken şudur: Ülkemizin ulusal çıkarları göz ardı edilmişken, IMF ile girilen borç ilişkilerinin sarmalında pazarlıklar yapılırken, ülke coğrafyamız bir savaşın gereksinmelerine göre yeniden yapılanmaktadır. Güzelim Anadolu toprakları yeni emperyalizmin niyetlerinin atmosferine sokulmaktadır.
Önümüze konulan alternatifsizlik düşüncesinin arkasında ABD ile girilen ve adına “stratejik ortaklık” denilen ilişkiler kümesinin yer aldığı bir gerçektir... Nedir bu stratejik ortaklık? Nedense her keresinde bizim tarafımıza fatura çıkarılan bu ortaklık ne kadar vazgeçilmezdir? Vazgeçilemezlik, hep bizim çıkarlarımızın tersi sonuçlar doğuruyorsa bunu sürdürmenin gerekçesi nedir? Her keresinde yitirdiğimiz gelecek yılların sayısını çoğaltan bu ortaklığı nereye kadar sürdürmek zorundayız? Zorunda mıyız? Ulusal güçler bu kadar mı bitti, tükendi, etkisizleşti? Ne zaman kendi komplekslerimizi aşarak, tüm farklılıklarımıza, aykırılıklarımıza karşın bir araya gelecek ve yitirilen yılları kazanmanın siyasalarını ortaya koyacağız? İlle de bir yere baş olmadan, ama toplumun bugün bile sözlerine değer verdiği, ya da alıştığı, aşina olduğu için dinlediği kişiler ne zaman gerçekten, isteyerek, rol gereği değil, amaçta birleşerek, güleryüzle ve kararlılıkla, bu sürece “dur” demek için bir araya gelecekler? Ne zaman?
Halkın bunu istediğini ve beklediğini görmek için daha fazla ne yitirilebilir? Ulusal bağımsızlığın ayaklar altına alındığı bu koşullardan daha kötü ne olabilir? Uygarlık tarihinin haklı savaşları arasında önemli bir yeri olan Kurtuluş Savaşımız, ülkenin işgaline karşı haklı bir başkaldırının, sonuçta da yoktan yaratılmış bir utkunun tarihi olarak saygınlık kazanmışken, şimdi onun toprakları, haksız saldırıların atlama taşı olarak kullanılıyor... Nasıl susabiliriz? İçimize nasıl sindirebiliriz? 5-10 bin kişilik mitinglerle nasıl yetinebiliriz? Halkı planlı siyasalarıyla 20 yıl içinde duyarsızlaştıran 12 Eylülcülerin ektiği tohumların sonucu olan bu eylemsizlik çemberi başka ne zaman kırılacak? Rahatsızlıklarımızı oturduğumuz yerlerden bir yerlere duyuramadığımızı ve etkili olmadığımızı göre göre nasıl böyle davranmayı sürdürebiliriz? Sessiz haykırışlarımızı, sesli haykırışlara dönüştürmek için daha neyi bekleyebiliriz ki?
Gerçeği söylemem gerekirse, ben kendi adıma bir çaresizlik duygusu içindeyim... Ama insan beyninin sonsuz yaratıcılığına da hep güvendim. Bir insan olarak aklın, hele de ortak aklın bu sürecin engellenmesi için yeni düzenekler üreteceğine inanıyorum. Bu anlamda umutlarımı bugün de yitirmedim. Ancak bunun daha fazla aklın aynı doğrultuda davranması durumunda sağlanabileceği de bir gerçek. Bu nedenle ülkemizin çağdaş, ilerici, ulusal onura değer veren tüm kesimleri bir araya gelerek bu haksız süreçler karşısında, haklı savaşlar tarihinin en onurlu mekanlarından olan Anadolu topraklarının bir atlama tahtası olarak kullanılmasının karşısında durmak zorundadırlar...
Ülkemizin çevresi, yakın coğrafyamız, bir ateş çemberiyle sarılmış durumdadır… Bu coğrafyada yaşanmakta olanların bir çıkar yanı, bir de yıkım yanı vardır... Bu saldırıdan kimin çıkarının olduğu belli: Suratlarından bu müdahalelerden vazgeçilmezlik okunan emperyalist yöneticiler ve onları destekleyen az sayıdaki tekelci sermaye ve silah tekelleri... Yoksa ne Amerikan halkının, ne Irak, Libya, Mısır, Suriye vd halkların, ne de ülkemiz de içinde olmak üzere diğer ülke halklarının bundan çıkarı vardır... Ama yıkımı bu halklar yaşayacaktır. Yıkımdan bu halklar paylarını alacaklardır. Bedeli bu ülkelerin insanları ödeyecektir… Bu ülkelerin ekonomisinin, insan kaynaklarının yıkımının yanı sıra, doğa, kültür, tarih değerleri de yıkımdan paylarını alacaktır. 1990 müdahalesinde 200.000 Iraklının ölümünün yanı sıra, Irak’ın bağımsızlığının simgelerinden olan Şehitler Köprüsü’nün yerle bir edilmesini, Basra Körfezi’ndeki kirlenme sonucu yaşam mücadelesi veren martıları da unutmamak gerekmektedir...
30 Ağustos haklı bir savaşın, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın taçlandığı gündü. 1 Eylül ise haksız bir savaşın başladığı, bu nedenle sürekli Barış hedefinin somutlandığı gün oldu. Anadolu topraklarına 30 Ağustos’la yerleşen anti-emperyalist köklerin, 1 Eylül ruhuyla bütünleşmesini diliyorum… Bu nedenlerle sessiz haykırışlarımızı, tam da bu sıralar, sesli haykırışlara dönüştürmemiz gerekmektedir.
Haklı bir savaşı kazanarak tarihe geçmiş ülkenin insanları olarak, gelişmelere seyirci kalamayız... Kalmamalıyız...